"Trafikte silahlı 300 bin sürücü var!"

Ağaç işleriyle uğraşmayı severim; işini sanat derecesinde iyi yapan bir ustayı seyretmek, kötü yazılmış bir kitabı okumaktan, incir kabuğunu doldurmaz neviinden şeyleri münakaşa eden televizyon yıldızlarını (!) seyretmekten daha faydalı ve dinlendirici görünüyor bana.

Geçenlerde ağaç torna işleriyle uğraşan bir dükkâna yolum düştü. Kaba ağaç parçalarının tornada nasıl zarif şekiller aldığını büyülenmiş bir çocuk gibi seyrederken lâf lâfı açtı. Usta'ya, son günlerde form itibariyle en çok hangi türde siparişler aldığını sordum. Hâliyle merdiven trabzanları için korkuluk cinsinden bir karşılık bekliyordum ama değilmiş:

-En çok, dedi usta, "beyzbol sopası yapıyoruz bugünlerde"

Tamam bize pek hitap etmeyen tenis, buz hokeyi, kriket gibi sporların sağda-solda filiz vermeye başladığından haberdarız ama beyzbolun bu kadar sopa gerektirecek derecede sevildiğini bilmiyordum. Hayretimi farkeden usta,

-Spor için değil, diye ilave etti, "bu sopaları yaptırıp arabalarına koyuyorlar!

İnsan arabasında niçin beyzbol sopası veya neredeyse bir metre uzunluğunda demir levyeler taşımak ihtiyacını hisseder ki diye şaşırmayacağınızdan eminim. Pireyi incitmez gibi görünenler bile kendi çaplarında silah avadanlıkları ediniyorlar. Torpido gözünde tornavida, çakı gezdirenler, bagajda pompalı tüfek bulunduranlar hiç de az değil. Bazı hanım sürücülerin ise çantalarında ve arabalarında biber gazı neviinden spreyler taşıdığını da duyuyoruz.

Sorsanız, "saldırı maksatlı değil; ortalık ne yapacağı kestirilemeyen bir sürü manyakla dolu; kendimizi savunmak için bulunduruyoruz" diyeceklerdir. Herkesin kendine göre mâkul bir sebebi var. Geçen hafta Zaman'da yayınlanan Necip Çakır'ın haberine göre şu anda karayollarında silahlı 300 bin sürücü bulunuyormuş. Bu rakamın tamamı ateşli silah değildir diye tahmin etsek bile miktar, insanı ürkütecek kadar fazla.

Hatta rezâlet!

Son yirmi sene içinde neredeyse tepeden tırnağa silahlı bir toplum olduk. Bu kadar fazla sayıda silah ruhsatı verip, sıradan insanları silahlanmaya -âdetâ- teşvik ederken, "Bir insana silah hangi hallerde lazımdır ve bu silahı nasıl kullanır" sorusuna da mâkul bir cevap vermek gerekir. Ruhsatlı silah sayısı ile hakikaten silah bulundurması gereken özel kişi miktarı arasında hakikate yakın bir benzerlik olduğunu sanmıyorum, "Biz erkek milletiz, silahı severiz" terâneleri, gerekçe olmaz.

Diğer taraftan televizyon dizileri yoluyla toplumun şuuraltına açık veya örtülü şekilde müthiş bir silah fetişizmi şırınga ediliyor; neredeyse aile dizilerinde bile silahın teşhir edilmediği veya birilerinin başkalarını silahla tehdit etmediği bölüm kalmadı. Av malzemesi satan dükkanlarda, sadece namlusu değiştirilmek suretiyle gerçek silaha dönüştürülebilecek mükemmellikte taklit silahlar alenen satılıyor. Çocukların alışveriş ettiği bir dükkandan temin edilen oyuncak silahlarla banka bile soyulabiliyor Türkiye'de.

Üstelik pek çok bina ve kurumun girişindeki detektörlerin tesbit edemeyeceği plastik dokulu tabancalardan binlercesinin kaçak yolla Türkiye'ye girdiğini de bu tabloya ilave ediniz. Durum ürkütücüdür ve bu manzaradan bir şekilde devletin "ihkak-ı hak", yani, adaleti kişinin bizzat tecelli ettirmesine hoşgörüyle baktığı sonucu çıkar.

Silah bulundurmak ve taşımak büyük sorumluluk gerektiren bir eylemdir; ruhsat verilen kişilere, böyle bir sorumluluk taşıyıp taşımadıklarını ölçen bir psikoloji testi mi yapılmıştır; elbette hayır. Oysa ki yapılmalıdır; sadece silah talep edenler değil, sürücü belgesi almak isteyenler de son derece ciddi davranış testlerinden geçirilmeli, gerekirse bu uygulama eski belge sahiplerine de yaygınlaştırılmalıdır. Trafik dünyanın her yerinde bir problemlidir ama bizim ülkemizde ihtiva ettiği sıradışı risklerle çok tehlikeli bir arena görüntüsü sergiliyor. Normal zamanlarda meydana geldiğinde bir şekilde tatlıya bağlanan küçük sürtüşme ve aksaklıklar, trafikte vukubulduğu zaman kolaylıkla parlama eğilimi gösteriyor. Önceleri sözle, el kol hareketleriyle, klakson ve uzun farlarla başlayan trafik tartışmaları, dörtlü sinyal lambalarının yakılıp el freninin çekilmesi ve sürücülerin birer kabadayı edasıyla arabadan inmeleri ile nasıl neticeleneceği asla kestirilemeyen kavgalara dönüşüyor. Trafik nizamımızın büyük problemleri var ve trafiğin iyi düzenlenmemesi yüzünden insanlar çileden çıkıyorlar: Denetimler son derece zayıf, para cezalarının otomatik bir intizamla artırılması meseleyi çözmüyor, zaten -nasıl oluyorsa- bazı sürücülerin ilginç yollar bularak haklarında düzenlenmiş ceza makbuzlarını ödemedikleri ileri sürülüyor. Trafiğe çıkan araç sayısı inanılmaz derecede artış gösterirken altyapı gelişmeleri artışa uyak uyduramıyor. AB Hukuku ile uyum sağlamak için çıkarılan bazı kanunlar ise, en çok ihtiyaç duyduğumuz bir zamanda polisin görev ve yetki alanını daraltıcı düzenlemeler getirdiği için emniyet güçleri, artık kötü niyetlileri caydıracak görüntüden hayli uzaklaştırıldı. Bu durumda araçla trafiğe çıkmak kendi çapında bir serüven halini almış bulunuyor.

Bu bir kamu otoritesi zaafıdır ve bu zaafın kamu gücü aracılığı ile bastırılması gerekir. Hem de tez elden.

Ağaç tornacısıyla sohbet ederken, "ben de beyzbola başlasam mı" diye düşünmeden edemedim. Yola çıkarken kendime "sakin olacaksın, sabredeceksin, gördüğün her aksaklığa canını sıkmayacaksın" diye telkinde bulunmama rağmen çoğu sürücü gibi ben de araç kullanırken aniden asabileşiveriyorum; o yüzden bir beyzbol sopası tedarik edip koltuğun kenarına sıkıştırmak fikrini güzel bulmadım; en azından "böyle şeyler bana göre değil" diye düşündüm.

Eminim ki pek çoğunuz benim gibi düşünüyorsunuz; bizim gibi düşünenlerin trafikte gerektiğinde müracaat edecekleri tek silah var: anlayışlı, sabırlı, hoşgörülü olmak; kimseyi tahrik etmemek, tahriklere kapılmamak ve böyle bir hal vukuunda bir an önce uzaklaşıp gitmek.

Jack London'un meşhur bir sözünü hatırlarım bu gibi hallerde; evini yakan kundakçıların marifetini gördüğünde şöyle demişti: "Ev yakan alçaklardan olmaktansa evi yananlardan olmayı tercih ederim"


Bu yaklaşım şüphesiz doğrudur ama evladını yetiştirirken, "pısırık olma, kendini korumayı öğren; senin anan-baban ağlayacağına, başkalarının anası-babası ağlasın" diye terbiye (!) verenlere ne demeli peki?


Kaynak (Arşiv)