Torununu rehine veren sendikacı
Bir üniversite mezunu düşünün; diyelim ki mühendis. Yani en azından, “Ne iş olsa yaparım”cılardan niteliksiz bir eleman değil; tecrübeli sayılmasa bile resmen vasıflı iş gücü kapsamında.
Böyle bir eleman, özel sektörde ayda bin lira maaşlı bir iş bulduğunda seviniyor. Şu dönemler, özel sektörümüz açısından bulunmaz nimet. Asgari ücrete, 12 saate varan mesai şartlarında, hatta daha fazla süreler için çalışmaya hazır, çok miktarda işgücü arzı mevcut. Sigortalı gösterilen işçi, kendini işletmeye ortak etmişler gibi gururlanıyor neredeyse; halbuki sigorta lütûf değil haktır.
Basit birkaç tedbirle çalışma hayatını zapt u rapt altına almak işten bile değil ama istihdamı kösteklememek uğruna bu yola tevessül edilmiyor, ucuz ve savunmasız işgücü istihdamına bir mânâda göz yumuluyor. Devlet kadrosunda iş bulmak, hiç bu kadar değerli olmamıştı.
Doğrudan ilgisi yok elbette; ne zaman 20 lira yevmiye ile iş bulduğu için sevinen bir delikanlı görsem, 12 Eylül öncesi sendikacılığının haşmetli zamanlarını hatırlamadan edemiyorum. O günlerde sendikacılık iki ana koldan yürüyordu: Sol sendikacılık, ideoloji peşindeydi ve bütün sendikal faaliyetlerini, sosyalizmin, yani işçi sınıfının iktidara gelmesine yoğunlaştırmıştı. Öteki kol, “sol olmayan” sendikacılık hareketleriydi, tepki eseriydi ve varlık sebebi meydanı sosyalist sendikalara kaptırmamaktı. Sendikalar arasındaki ideolojik rekabet, Türkiye’de sendikacılık hareketini neredeyse meş’um (uğursuz, bahtsız) bir çehreye büründürdü ve sonraki yılları ağuladı. Şu varsayım doğru gibi görünüyor bana: Dünün sendikacıları, evlatlarının ve torunlarının günlük ücretleri, çalışma şartları, iş güvenlikleri ve teminatları, sosyal yardım haklarını rehin ederek bol keseden sendikacılık yaptılar. Öyle ifrat noktalarına varmışlardı ki, işveren, fabrikanın tamamını işçilere hediye etse bile borçlarından halâs olamıyordu çünki bizatihi işletme sahibi olmak en büyük suçtu.
Bugün Gazetesi’nin haberi doğru ise 12 Eylül öncesinin “sağ” eğilimli sendikalarından Türk Metal, darbenin ardından Kara Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na, günün parasıyla 1,5 milyon lira bağışta bulunmuş. Sendikacılığın geleceği bakımından bu haberin yanlışlanmasını temenni ederim fakat okuduğumda bana pek mâkul ve tabii göründü; aynı sendika başkanının Ergenekon Davası çerçevesinde yargılanıyor olmasından mânâ çıkarmıyorum; o günkü bağışın miktarı ve sebebi üzerinde durmak istiyorum. Bir işçi sendikasının kasasında yüksek meblağlar bulunması, teorik olarak işçilerin hayrına sayılmaz fakat işçi aidatlarından bir kısmı olmak lazım gelen bu paranın, üstelik darbe ertesinde bir TSK Vakfı’na aktarılmasındaki hikmeti sual etmek herkesin hakkıdır ve Türkiye’de “sivil toplum” kavramının ne kadar şaibeli bir tarihe sahip bulunduğunu işaret eder bize.
Ne tesadüf, 12 Eylül darbesini işçi kesesinden aidat bahşişleriyle tebcil eden sivil toplum örgütlerimiz, 28 Şubat’taki postmodern homurtu korosuna da bas-bariton perdeden katılmakta sakınca görmemişlerdi; ayrıntı isteyenler web’in arama motor çubuğuna “Beşli Çete” yazarlarsa ayrıntılara rahatlıkla ulaşabileceklerdir.
Yeri geldi, sivil toplum kavramının anlamını bir kere daha hatırlayalım: Sivil toplum, varlığını devlete ve uzantılarına medyûn (bağlı, borçlu) olmaksızın kendi niyet ve gücü ile sosyal maksatlar etrafında bir araya gelen insanların örgütüdür. Bizimkiler ise değil devletten almak, bilakis devlete, hatta orduya vermek suretiyle sivil toplumun bahtını karartan vatanperverler olarak tarihe geçiyorlar; breh breh!
Üstelik torunlarının geleceğini rehine vererek!..