Tırsak yazardan korkak eleştiri

Ardahan vilayetimizin Damal ilçesine bağlı Yukarı Gündeş köyünün Karadağ sırtlarında, her yıl 15 Haziran'la 15 Temmuz tarihleri arasında saat 18'le 18.30 civarlarında zuhûr eden o tabii mucizeyi elbette bir yerden duymuş, en azından internet ortamlarında dolaşıp duran fotoğraflarını görmüş olmanız gerekir.

İşte o tarih ve saatlerde Atatürk'ün silueti bir gölge halinde yandaki yamaçta beliriyor ve takriben yarım saat herkes tarafından seyredilebiliyor. Bu ilginç tezahüre mucize diyenler olduğu kadar, "Ne mucizesi yahu, sıradan, tesadüfî bir tabiat vakası" diyenler de var. Bana sorarsanız ilmim, görgüm, tahsilim bu gibi yüksek ve transandantal konularda fikir sahibi olmaya kifâyet etmemekle beraber, öteden beri terbiyesiz ve lüzumundan fazla meraklı bir afacan çocuk sâfiyeti ile işleyen mantığım şöyle aksileniyor,

-Ne münasebet yahu? Eskiden elektrik kesintili uzun gecelerde mum ışığında el ve parmaklarla duvara ördek, kedi, tavşan sûretleri düşürürdük; ama bilirdik ki duvardaki ördek gölgesiyle tuhaf şekillere soktuğumuz parmaklarımız arasında ontolojik bir alâka bulunmuyor. Bu da aynı şeydir işte!

Evet böyle düşünüyorum ama açık açık yazmaya da çekiniyorum, çünkü bu gibi mucizevi alâmetleri ciddiye alıp, uğruna kavga çıkarmaya hazır olanlarımız kadar meseleye pek pratik, pek turistik ve hatta "Altyapısal" perspektiften bakanlarımız da eksik değildir. Nitekim Yukarı Gündeş köyünden Yadigâr Doğan, "Atatürk'ün hatırı için köyümüze çok sayıda kişi geliyor. Festivalden festivale yollarımızı düzeltiyor ve toprak seriyorlar, ondan sonra unutuyorlar. Köyümüzün yolu yok, suyu yetersiz. Kimse Atatürk'ün hatırı için Atatürk'ün köyüne sahip çıkmıyor" diye konuşarak, bu boyuta parmak basmıştı vaktiyle.

Efendiler, bu boyutun önemini inkâr edemeyiz. Neticede bir başka köyün ahalisi, ne kadar uğraşsa da, koca dağ yamacına Atatürk silueti düşürmeyi başarabiliyor mu? Hayır! O halde siluetin kerâmeti şimdiden zâhir olmuştur. Yol, su, elektrik ve sair altyapı hizmetleri Yukarı Gündeş'e fedâ olsun!

İnternette "Bizim köyde de var; İzmir Belkahve'den de İsmet Paşa'nın silueti tecellî ediyor, falan yerden de Demirel'in gölgesi zuhûr ediyor" cinsinden hayli dedikodu var fakat size şimdi arz edeceğim örnek-delilli ispatlı, üstelik ilim ve bilimin buluştuğu bir vakadır.

Yine bir gölge vakası!

Divriği'nin dünyaca meşhur Ulucami ve Şifâhanesi'nin batı cephesindeki iki taçkapıdan birini teşkil eden ve sanat tarihinde "Tekstil Kapı" diye bilinen yerdeyiz. İkindi sularında bu kapıda bitki motifi ağırlıklı bezemelere vuran güneş, biliniz bakayım hangi sûret ve şekilde bir gölgeye sebep olmaktadır?

Efendim?

Tebrik ederim, bildiniz; evet. Namaz kılan bir insan! Daha doğrusu bir erkek gölgesi. Fotoğrafına bakarak konuşuyorum: Gölge dört metre uzunluğunda. Bana şahsen üstü gömlekli, altı pantolonlu, kendisi de "Subay tıraşı" dediğimiz tarzda saçlarını kısa kestirmiş, tahminen 25-40 yaşları arasında bir erkeği çağrıştırıyor. Ellerini karın altında bağlamış, huşû içinde ayakta kıyam etmekte.

Fotoğrafı görür görmez, alnıma elimle vurmam bir oldu; dedim ki, "Behey Ahmet, sen bu kafayla asla adam olamazsın. Divriği Ulucamii'ni defalarca gördün, ziyaret ettin, hatta 90'lı yılların başında metnini kaleme aldığın bir belgesel film için üç dört gün kaldın oralarda; gece gündüz her taraftan seyredip durdun da namaz kılan adamın gölgesini fark edemedin; yuh olsun sana, teheey!"

Kendimi ayıplarken, bu değerli keşfi yapan bilim insanını kutluyorum. (Bu arada son zamanlarda iyice modaya çıkan bu "Bilim insanı" lâfına da bayılıyorum!)

Bu keşifte bulunan araştırmacı yazarımız, tarihî yapıyı inşa eden mimar ve ustaların çok ince hesaplar yaptığını, bu siluetlerin ve gölgelerin tesadüf olmadığını belirterek, "Eseri inşa eden mimar ve ustalar, binayı yapmadan önce 2 yıl boyunca güneşin doğuşundan batışına, yıldızların çıkışından kayboluşlarına kadar hepsini hesaplamış. Bu hesaplar yapıldıktan sonra, elde edilen sonuç, bu eser üzerinde gösterilmeye çalışılmıştır. Kapılarda ilk etapta siluet bakıyor, temaşa ediyor. İkincisinde siluetteki o kişi kitap okuyor, üçüncü durumda namaz kılıyor, dördüncü olayda ise kadına çevriliyor. Onun için burada tesadüf bir şey yoktur, eseri ilme hizmet, hakka hizmet, fisebilillah (Allah rızası için) düsturuyla yapmışlardır" diyor...

Yani kısa süreliğine vuku bulan tek bir görüntü değil, akıp giden (devinen) bir süreç söz konusudur. Mimar ve ustalar ise hiçbir işe el vurmadan iki sene inşaatın yapıldığı veya yapılacağı alanda ööylecenek bekleyip güneşin hareketlerini ve muhtemel gölge vaziyetlerini hesaplamışlardır.

Eskiden zamanın daha ağır işlediğini söyler dururlar; demek ki vakitleri çokmuş diyelim fakat "Dördüncü olay"da gölgenin, bir önceki olayda ayakta namaz kılan orta yaşlı bir erkek iken nasıl olup da kadına dönüştüğünü bir türlü anlayamamış bulunuyorum. Ayıp mıdır? Acaba bu transformasyon doğru idiyse, henüz bilmediğimiz bir başka üst gerçekliğe atıfta mı bulunulmaktadır? Efendim?

Böyle yüksek suallere hiç gelemem; başım ağrır. Ben daha basit bir şeyi merak ettim bu arada: Divriği Ulucamii 13. yüzyıl ortalarında inşa edildi, peki bu gölge oyunlarını çok seven mimar ve ustalar niçin o devrin giyim-kuşamına uygun bir siluet tasarlamak yerine, günümüzün giyim zevkini aksettiren, üstelik dikkat buyrunuz sarıksız, takkesiz, taylesansız ve yine dikkat buyrunuz saçlarını Alakarson tarzda kısa kestirmiş bir ahir zaman Müslüman'ı resmetmiş olabilirler ki?

-Cevap veriyorum öğretmenim; ileriyi gördüklerinden!

-Otur Kaya, sıfır!

-Niçin ama öğretmenim, haksızlık değil mi bu?

Haksızlık elbette Kaya! Bu sıfırı sana değil, aslında bütün vaktini sağa sola bakarak manidar gölge arayan erbâb-ı gayrete vermek lâzım ama nerede bende o cesaret? Kendi tabirleriyle Divriği'deki muhteşem külliyeyi, "Bilimin ve ilmin birleştiği bir mimari yapı" diye nitelemekten çekinmeyen gölge meraklılarına alenen sıfır vermeye cesaret edemem fakat seni her zaman azarlayabilir, her zaman kulağını çekebilirim, çünkü sen zihnimde uydurduğum olmayan bir varlıksın. Ötekiler ise pek asabi mizaçlıdır; alınırlar, rencîde olurlar, darılırlar, gerginleşip, "Biz burada iki dünyanın ilmini bir araya getiriyoruz; sen oturmuş dalganı geçiyorsun" diye muğber olurlar. Daha fenası sair bazı dostlar, "Ne olmuş yani, bu vesileyle Divriği'yi tanıtmış oluyorlar fena mı oluyor?" diye ince sitemler göndermeye kalkışabilir...

-Yahu Divriği'nin tanınmaya ihtiyacı mı var; bilen bilir zaten, diyemezsin Kayacığım, fakat diğer taraftan söylemezsen, tuhaflığın altını çizmezsen dilin şişer (Hatîften, "Dilin şişsin bedduâları!") kendi kendine sirkeleşir durursun...

Yaa, işte öyle Kaya, sahi sana karnıyarık yerken aniden keşfettiğim "Pi" işaretinin esrârını anlatmış mıydım? Anlatmadım mı? Bak şimdi, bir gün karnıyarık yiyordum, taaam...


Kaynak (Arşiv)