Tezkereye evet, savaşa hayır
Meclis tezkereyi kabul etti, CHP ve bir kısım entelijansiyamız tepki gösterdi. CHP Meclis’te ret oyu kullanırken ÖDP, TKP, Halkevleri, İstanbul Tabib Odası, Eczacılar Odası ve TMMOB İl koordinasyon kurulu vesaire Taksim’de protesto yürüyüşü yaptılar, “Tezkereniz sizin olsun, Suriye ile savaş istemiyoruz” dediler.
Keşke Suriye’deki meslek kuruluşları da aynı mealde bir gösteriyi Şam’da yapabilmiş olsaydılar!
Vekil olsam tezkereye evet oyu verir ve Suriye ile savaş istemiyoruz bildirisinin altını da imzalardım; ama yukarıda adı geçen ve geçmeyen kuruluşların protesto gösterisinden uzak dururdum; bu bir çelişki değil. Reelpolitik başka bir şey, gönlümden geçen daha başka. Eminim ki çoğunluk da böyle düşünüyor.
Tezkerelere alkış tutacak halimiz yok. Türkiye gibi belalı bir jeopolitik mahallede barınan ülkeler için yurtdışında asker görevlendirme izni anlamına gelen bu Meclis kararı, bütçe kanunu gibi bir şey. Bütçe kanununu ilgili bürokratlar dışında kimse bilmez, okumaz ama lâzımdır. Tezkere de öyle. Kullanılsın diye değil, “Allah muhtaç etmesin” diye çıkarılır. Kaldı ki savaşlar, meclisler tezkere verdiği için başlamıyor.
Olsun, yine de savaşın nasıl bir âfet, ne kadar yıkıcı etkilere sahip bir belâ olduğu hakkında kamuoyunu bilgilendirmek iyidir. Savaş aleyhtarı gösterilerden değil, asıl savaş tamtamcılığından korkmak lâzım. Millî ve dinî hislerin, kahramanlık ve cesaret edebiyatı ile karıştırılarak kitlelerin ruhunu (aslında insiyâkini-güdülerini demeliydik!) ele geçirmesinden ne kadar ürpersek yeridir. Eski öğrencilerim hatırlayacaktır; bazı derslerde onlara, uygun zaman ve zeminde, amaca denk düşen on dakikalık bir nutukla onları seve isteye adam öldürmeye hazır hale geleceklerini söylerdim. Galiba Le Bon da buna benzer bir şey söylemişti, şöyleydi: “Kışkırtılıp yönlendirilmiş bir kitlenin basiret derecesi, o topluluktaki en câhil ferdin seviyesine kadar düşer” veya aynı meâlde bir şey. Kıbrıs harekâtına asker sevkedilirken böyle bir galeyan hali yaşadık; Kıbrıs mitinglerinde de aynı şeyler defalarca prova edilmişti. Vaktiyle Balkan Savaşı’na da coşkulu, âdeta isterik bir kamuoyu desteği ile atılmamış mıydık? İttihat ve Terakki harbi destekliyordu, işin tuhafı İ.T.’ye muhalefetle varlık bulan Hürriyet ve İtilâf Fırkası da harpten yanaydı. Darülfünûn ve Medreseli gençler sokaklarda sancaklarla dolaşıyor, politikacılar mitinglerde ateşli nutuklar atarak bir an evvel harbe girilmesini istiyorlardı. Devrin önemli gazetecilerinden Lütfi Fikri Bey şöyle yazmıştı o günlerde: “Biz çok memnunuz ki, dünyanın teveccühü bizim tarafımızda olduğu halde harbe giriyoruz, bundan dolayı ‘İsterse şimdi harb olsun!’ diye kemâl-i şevkle bağırmaya kendimizde hak görüyoruz.”
Neticesi mâlum: Osmanlı ordusunun tarihinde yediği en büyük dayak ve yıkım Balkan Harbi’dir; harbin sosyal tesirleri ise hâlâ milli bünyede sızlar durur.
Çok şükür, buna benzer bir isteri hali yaşamıyoruz. “Haleb’i kurtaralım, iki günde Şam’a girelim” diye ortalığa düşen kimse yok. Hükûmetin Suriye’de muhalefeti destekleme politikasındaki bazı angajmanlarını vaktiyle eleştirmiş olmanın verdiği rahatlıkla şu hakkı da teslim ederim: Her şeye rağmen düşürülen uçak ve Akçakale’ye düşen top mermisi krizinde Türkiye’yi yönetenler, Suriye’ye asker sokmak hususunda hiç de istekli olmadıklarını gösterdiler. Bu isabetli tutumun devamını diliyorum; hatta günün birinde şu meşhur NATO şemsiyesi açılıp, bütün dünya kamuoyunun tasvibi alınmış olsa bile Türk ordusunun Suriye’ye girmesini doğru bulanlardan olmayacağım.
Ortadoğu’da savaşa bulaşmanın nasıl bir kâbus olduğu hakkında genel bir mutabakat var. Akl-ı selîm, çok şükür hâlâ yerinde. Barışsever intelijansiyamıza gösterdikleri yüksek duyarlılık için teşekkür ederiz fakat meseleyi “pasifizm” boyutlarına kadar götürmenin de lüzumu yoktur; serd ettikleri pasifist tutum kadar, bir ara temsil ettikleri meslek kuruluşlarının meslekî meselelerine eğilmeye fırsat bulurlarsa harika olur.