Terhisi gelen bölük yazıcısı sendromu

Aylardan beri İstanbul'un göbeğindeki AKM binası üzerinde öylesine dillere destan bir meydan savaşı verilmekte ki Yüksek Askerî Şûra kararları bunun yanında resmen vızıltı kalır.

Hızla özetliyorum: Taksim'deki AKM binası eskimiş, bakıma ihtiyacı var. Hükümet kanadı, yıkıp daha iyisini yapalım demiş; kısaca "CHP'liler" diyebileceğim karşı cenah "İstemezük, siz güzelim tarihi (!) eseri numaradan yıkıp yerine cami yaparsınız" diye karşı çıkmışlar. Bunun üzerine binanın ilk müellifinin oğluna (Tabanlıoğlular) tadilât projesi yaptırmış Kültür Bakanlığı; CHP'liler bu defa "Kılına dokunamazsınız, tarihi eserdir, ne anılarımız var burada netekim" diyerek, ilgili kuruldan "Bilimsel" fetva yetiştirmişler. Netice şu: Bina öylece duruyor!

Benim için fark etmez; ayıp ama inkar edecek de değilim; hayatımda bu binadan içeri adım atmadım. Ara-sıra "Oğlum sen niçin opera seyretmiyorsun; niçin baleyle ilgilenmiyorsun" diye hatîften bir ses duyunca utanç basıyor, hemen Mezzo kanalını açıyorum; vantilatörde serinler gibi üç-beş dakika seyrettikten sonra eski bir yerli film aramak üzere "geç-geç" yapmaya başlıyorum. Bu husus önemli çünkü birkaç dakikadan fazlası bende sırt ve bel ağrısı şeklinde yan etkiler yapıyor; üşütmeden dolayı yaz ortasında bronşit olmak riski bile var diyor doktorlar (Doktorlara iftira ediyorum ama olacak o kadar!..)

Bu tarafta YAŞ çatışmaları, diğer tarafta AKM vuruşmaları. Bir cenahta "Ben istifa edersem görürsünüz gününüzü" havaları; öte yanda "Bu bina öyle bir tarihi eserdir ki, Ayasofya'nın bundan haberi olsa kahrından göçüp gider; çivi çakmaya kalkışan vatan hainidir" kostaklanmaları...

Müsaade edin, burada bir askerlik hâtırası anlatayım: Bizim bataryanın bir yazıcısı var; uyanık bir onbaşı. Bunun terhisi yaklaşınca ayranı kabardı, "Bak asteğmenim, ben gittiğim gün bu bölükte işler şak diye durur, görürsünüz" diye kasım kasım kasılıyor. Nitekim terhis oldu; batarya başçavuşu bunun yerine okuma-yazması olan bir çiçeği burnunda onbaşı getirdi ve hayrettir işler yine eskiden olduğu gibi tıkır tıkır yürümeye devam etti!

Haa, dedik o zaman, demek ki böyle oluyormuş. O günden beri, "Ben gidersem işler hepten yatar?" şeklindeki kostaklanmalara ben "Terhisi gelen bölük yazıcısı sendromu" ismini verdim. Siyaset bilimine nâçiz bir armağanımdır; fedâ olsun (Bizde daha neler var...)

Göl yerinden su, er yatağından delikanlı, ordudan komutan eksilmez arkadaşlar. Yine bir askerlik hâtıramı nakledeyim izin verirseniz: Acemi birliğine teslim olduk; ikinci gün dediler ki, "Yemek kuyruğunda sıra bekleyen iki acemi er arasında bile kıdem vardır; biri diğerinin üstü sayılır". Acemiyiz ya, sorduk, "Nasıl yani?" Dediler ki, "Duhûle bakılır, bir saniye önce teslim olan, sonrakinin komutanı olur!"

Kaldı ki bu kadarını dört hafta dövizli askerlik yapanlar bile bilir yani...

O gün "Yaa" demiştim; şimdi aynı nidâyı tekrarlıyorum.

Yaa deyince aklıma geldi; konuyla ilgisi yok gibi görünüyor ama içimde kalan küçük bir ukdeyi ifade etmek istiyorum. Malûmunuz olduğu üzere Dörtyol'daki hadiselere adı karışan bir sivil kişi hakkında Jandarma genel sekreterliği, sözü geçenin muhbir olmayıp "Zaman zaman bilgisine başvurulan bir vatandaş" olduğunu belirtmişti.

İşte şimdi yine "Yaa" demek ihtiyacı duydum. Zaman zaman bilgisine başvurulan bir vatandaş olmak büyük mazhariyettir; ben bu sözden danışmanlık gibi bir şey anladım ve gıbta ettim. Şu yaşa gelmişim, şimdiye kadar bilgisine başvurulan değerde bir vatandaş bile olamadığımı acı acı anlıyor ve üzülüyorum.

Gidip Mezzo'yu açayım; belki iyi gelir bunun üstüne...


Kaynak (Arşiv)