Terbiyesizlik
Bu yazının aslında geçen hafta yazılıp yayımlanması gerekirdi; ne var ki geçen hafta henüz, “10 Kasım’da saat 9.05’de k....’e gidin; husumetinizi, hissiyatınızı diri tutun” şeklinde münasebetsiz bir mesaj yayınlanmamıştı.
*
Bu mesajın muhtevasını ve sahibini ayıplıyorum; gerekçelerini dilimin döndüğü kadarıyla belirteceğim.
*
Atatürkçü değilim. Atatürkçü fikir sistemi’ne de sempati duymuyorum. Ben de hepimiz gibi ta ilkokul yıllarından başlamak üzere resmî ders müfredatında yer alan ve zannımca Atatürk’ü gençliğe ve topluma daha iyi tanıtmak ve sevdirmek maksadıyla uygulanan propaganda süreçlerinden geçtim. Bu propaganda dilinin yavanlığı, sun’iliği, pek âşikâr kahraman-hain dikotomisi içinde insanüstü bir yere konulan Atatürk imajı bende bir Atatürk hayranlığını kökleştirmedi; aksine Atatürk’ü daha iyi tanımak ve kesintisiz tarihî süreç içinde onu doğru yere koyup değerlendirmek yolunda bir dikkate yol açtı. Üniversite kariyerimin başlamasıyla ‘tarih’ disiplininde yürümek nasip oldu; üstelik 4-5 yıl kadar çalıştığım üniversitede inkılap tarihi derslerine girdim. Bu esnada Atatürk ve dönemi üzerine okumalarım genişledi. Onu, devrinin tabii dekoru önünde tarihî bir şahsiyet olarak daha iyi değerlendirme imkânı buldum.
Derslerimde öğrencilere kısaca olup-biteni anlatmaya gayret ettim; genel bakışım eleştirici istikamette idi. Verdiğim derslerin çerçevesini, öğrencilere Atatürk’ü kayıtsız şartsız sevdirmek değil anlamalarına yardımcı olmak üzerinden çizdim. Atatürk’ü, resmî ideolojinin direktifi doğrusunda bir daha eşi gelmez eşsiz bir lütûf olarak değil, emelleri, yaptıkları, yapabildikleri, yapamadıkları ve elbette eleştirilmesi gereken yönleriyle anlatmaya çalıştım.
Üniversitede inkılap tarihi dersi veren bir öğretim üyesinin böyle davranması gerektiğini düşünüyordum. Elbette tarihi olaylar ve şahsiyetler hakkında benim de bir yorumum vardı ve perspektifimin bu yorumdan bağımsız kalması düşünülemezdi. İşte bu ince denge üzerinde ve genellikle eleştirici çizgide yıllarca ders verdim.
90’lı yılların ortalarıydı; 28 Şubat’ın adım adım yaklaştığı hissediliyordu. Üniversite yönetimi genellikle Atatürkçü çizgideki insanlardan mürekkepti ve gelip dinleseler, verdiğim derslerden hoşnutluk duymayacakları açıktı; buna rağmen derslerime kesinlikle müdahale edilmedi. Onlarla aynı fikri paylaşmıyor olsam da akademik yorum hürriyetime gösterdikleri saygıdan ötürü hepsine gıyabi teşekkür borcum var.
*
Duymamış olabilirlerdi; neticede üniversiteler her şeye rağmen asık yüzlü müdürlerin, müfettişlerin ara-sıra derslere girip “gözüm üzerinde” mesajı verdikleri yerler değildir. Evet, duymamış olabilirlerdi fakat derslerde anlattıklarımı muhtelif yayın organlarında yazıyordum da. Aslında pek de bilmeniz gerekmeyen bu teferruatı şunun için kaydediyorum: Atatürk’ü, dönemini ve özellikle inkılâplarını eleştirici mahiyetteki fikirlerimden ötürü şimdiye kadar takibata uğramadım ve bu satırları yazarken hoşnutluk duyuyorum. Bunun tek sebebi olmalı: Hakaretle eleştiri arasındaki o çok büyük farkı daima gözettim ve eleştirilerimi ‘daha iyi anlamak ve tanımak’ anafikri etrafında yeterli kaynaklar göstererek ayakta tutmaya gayret ettim.
*
Mustafa Kemal Bey, daima parlak bir erkânıharp zâbiti oldu ve askerî hayatının -öğrencilik de dahil- her safhasında siyasete büyük eğilim gösterdi; onda meziyet gibi görünen bu özellik, -sırf o öyle biriydi diyerek- bütün subay kuşaklarına örnek gösterilemez. Askerlerin, muvazzaf sıfatıyla aktif siyasetle uğraşmamaları, modern zamanların evrensel prensiplerinden biridir.
1918 yılının sonbaharında koca Osmanlı ordusu içinde, zihnî kapasite ve liderlik vasıfları itibarıyla onun dengi sayılabilecek bir başka erkânıharp yoktu. Mustafa Kemal Bey, liderlik ve askerlik kariyerinde, kendisinden daha ehil ve kabiliyetli kimsenin omuzlarına basarak yükselmiş değildir; fakat yine de siyasî hayatında kendisiyle rekabete geçebilme ihtimâli gördüğü herkesi tasfiye ederek bir şekilde etkisiz hale getirmiştir ve bunlar birbirinden farklı, incelikle ayırt edilmesi gereken değerlendirmelerdir. Siyasette son derece soğukkanlı bir pragmatizme sahipti. Kendisine en büyük eleştirim, Cumhuriyet rejimini pekâlâ daha demokratik ve hürriyetçi bir çizgide geliştirebilme fırsatı varken kolayı seçmesidir: Şeyh Sait İsyanı üzerine çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’yla birlikte Cumhuriyet, şahsî hak ve hürriyetlere itina göstermeyen, baskıcı, otoriter ve bürokratik çerçevede devletçi bir çehreye büründü. Sonraki yıllarda demokrasinin işleyişindeki her acemilikte, her aksamada, hatta her askerî darbede onun da payı vardı.
Darbecilerin, darbe esnasında ve darbeyi tamamladıktan sonra alelacele Atatürk’ü referans göstermelerinde insanı acı acı tebessüm ettiren bir nükte vardır.
*
Atatürk, Cumhuriyet’imizin kurucusu; Millî Mücadele’nin muzaffer kumandanı. Elbette her şeyi tek başına yapmadı; elbette yedi düvel sırf onun düşmanı değildi; elbette onun da herkes gibi taraftarları, inananları ve muhalifleri vardı. Kendi şahsiyeti etrafında bir güven ve câzibe merkezi tertip ederek başarılı oldu. Ona şükran borçluyuz; tarihî hatırası önünde saygıyla eğiliriz.
Ne var ki hatalarını da kritik ederiz; onun bazı işlerinde ve eylemlerinde hatalı davranması, hatırasına sövülmesini, hakarete uğramasını gerektirmez. Bu gibi yerlerde suskun kalmak, zımnen hatırasına yapılan çirkinliği kabullenmek olur.
*
Saltanatı tasfiye edip cumhurî idareye geçtiği için ona şükran duyuyorum; kezâ laiklik prensibini devletin ana rükünlerinden biri haline getirdiği için de takdirle yâd ediyorum fakat dinî hayata devlet eliyle müdahaleyi kurumlaştırmasını ve Diyanet aracılığı ile halka bir din yorumu dayatmasını, sivil topluma güvenmeyişini, bazı inkılâplarının (dil, tarih ve alfabe) kültür hayatımızın devamlılığı bakımından çok ağır sonuçlar vermiş olmasını kusur olarak görüyorum. Bu gibi noktalarda ‘tek adam’lık psikolojisinin onu, ‘milletin selameti için şu anda ne yapsam yeridir; sonuçlarını da hemen almak zorundayız” noktasına sürüklediğini düşünüyorum.
*
Ardından hakarete uğrayacak birisi değil Atatürk; bırakınız Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu; ayıp diye, densizlik diye, terbiyesizlik ve nankörlük diye bir kavram var hâlâ lugatlerde.