Tembel bir seyyahın New York seyahatnamesi
New York, 20 küsür milyon kişiyi barındıran yüksekliğe ve enine yayılmış bir şehir azmanı olarak bende "şok" cinsinden bir şaşkınlık yaratmadı. Zaten Amerika, oturduğumuz yerden kımıldamadığınız halde en çok tanıdığımız, neredeyse her detayını öğrendiğimiz bir ülke.
Geçenlerde bir yazar, her gün New York'a sefer yapan THY uçağında manzaranın giderek değişmekte olduğundan bahseden şikâyetçi bir yazı kaleme almıştı; ABD'yi "suyolu" edenlerden olmadığım için yazarın doğru söyleyip söylemediğini değerlendirmem mümkün değil; sadece şu kadarını söyleyebilirim ki bugünlerde THY'nin dış hat seferleriyle iç uçuşlardaki yolcu profili birbirinden pek ayırdedilmiyor. Bu duruma üzülmek veya sevinmek mi gerektiğini ise bilmiyorum.
İstanbul-New York arası uçuş 11 saat civarında sürüyor; dönüşte ise yol, yokuş aşağı olduğundan bu süre 8 saate iniyor (bu işin espri kısmı; hızda değişiklik olmadığı halde uçuş süresinin kısalması, dünyanın dönüş yönünün tersine uçmakla ilgiliymiş!). Hâliyle bir süre sonra şişen ayakları yatıştırmak için koridorlar arasında yürüyüş yapanlar artmaya başlıyor, bu esnada yeni arkadaşlıklar, tanışlıklar kuruluyor. Her koltuğun arkasındaki ekrandan muhtelif sinema filmi, belgesel ve müzik yayınlarına ulaşabilmek işin keyifli kısmı; tatsız olan ise şu yüksek teknoloji çağında hâlâ internet, bilgisayar ve telefon gibi gereçlerin uçakta bir işe yaramaması.
İki namaz arası New York
Bir başka ilginç konu ise New York uçuşlarında sadece bir kere namaz vaktinin idrak edilmesi; öğle namazını kılan birisi, sadece ikindi namazını uçakta edâ ettikten sonra akşam namazını ABD'de kılabiliyor; elbette uçağın dünyanın kendi ekseninde dönüş hızına yakın bir hızla seyretmesinden kaynaklanan sevimli bir nükte; bu arada jet-lag etkisinden bahsetmeden geçemeyiz; kısaca şu demek oluyor: Türkiye'de alıştığınız gündelik düzen, özellikle alışılmış uyku ve kalkış saatleri tersine döndüğü için metabolizmanın yeni düzene intibak etmesi bir hafta kadar sürüyor. Gece yarısı gayet dinç uyanıkken gün ortasında bastıran ani ve önlenemez uyku nöbetleri ile şaşkına dönüveriyorsunuz. Aradaki 7 saatlik farkın cilvelerinden biri de bu işte. Tabii buna bir de Türkiye ile paylaşılan ortak zamanın azlığı eklenmeli. Sabah uyandığınızda Türkiye öğleden sonranın 3'ünü yaşıyor. Akşam 17 civarında ise koca Türkiye çoktan kafayı yastığa vurmuş oluyor.
Skandal: Amerikalılar artık küçük arabaları tercih ediyor
Belki de, "Amerika çok farklı; orada büyüklük ölçülerin değişecek, kültür şokuna uğrayacaksın" gibi dolduruşları fazla ciddiye almış olmalıyım ki hayal kırıklığına uğradım desem yeridir. Amerikalılar o büyük, geniş ve şatafatlı araba modellerinden çoktan vazgeçip Avrupa tipi ufak otomobillere yönelmişler. Yollar derseniz, çok şükür, ülkemizin yolları itibariyle onlar kadar olmasak da bayağı mesafe almışız. Büyük mağazalar artık Türkiye'de de mevcut; sadece New York'un ünlü Manhattan adasındaki binalar görülmeye değer bir azamet sergiliyorlar. Hâsılı kelâm New York, 20 küsür milyon kişiyi barındıran yüksekliğe ve enine yayılmış bir şehir azmanı olarak bende "şok" cinsinden bir şaşkınlık yaratmadı.
Zaten Amerika, oturduğumuz yerden kımıldamadığınız halde en çok tanıdığımız, neredeyse her detayını öğrendiğimiz bir ülke. Belki de bu yüzden dört gece konakladığımız oteli, Türkiye'dekilerle kıyaslayınca dudak bükmeden edemedik; elbette New York'un en iyi oteli olmak gibi bir iddiası yoktu ama bizim otellerimizi hizmet kalitesi itibariyle daha iyi bulmak gururumuzu okşadı.
Ah o müthiş kitapçı dükkânı
Beni ve elbette Zaman Gazetesi'ndeki arkadaşlarımı en çok etkileyen ve "bu kadarı da fazla" dedirten ilk mekân, Manhattan'daki meşhur Barnes and Noble mağazası oldu; bu dudak uçuklatıcı kitabevinde geçirdiğimiz bir buçuk saatten sonra doğrusu hepimiz zevkten ve hasetten sersemlemiş bir haldeydik. Doğru dürüst İngilizce bilmemenin en hayıflandırıcı tarafı ise Barnes and Noble'daki birbirinden aziz ve leziz kitapları asla okuyamayacak olmamdı. Eskimeyenle yeniyi çok zarif bir ahenkle bünyesinde bir araya getiren bu büyük kitap dükkânının benzerini Türkiye'de açmak mümkün ama içine o kitap zenginliğini koymak şimdilik imkânsız; siz hasetlenmez miydiniz?
Yanlışlıkla sinagoga mı girdik yoksa?
Zaman topluluğunun New York gezisindeki ilk amacı, ABD'nin doğu kısmındaki Türk okulları arasında düzenlenen Türkçe olimpiyatlarının finali idi. 1200 kişilik okul salonunu hınca hınç dolduran veli topluluğu önünde genç öğrenciler birbirinden güzel gösteriler sundular; bu mükemmel organizasyonun tek minicik kusuru, öğrencilerin okuduğu şiirlerdeki aşırı hissi pasajlardan ibaretti. Bizler de, henüz çocukluk yaşlarında pırıl pırıl Türkçe konuşan çocukların başarısıyla gururlandık.
İkinci günün programında şehir gezisi vardı ve çoğumuzun ilk durağı Manhattan'daki digital fotoğraf ekipmanları satan büyük iş merkezi, BH oldu. Bu büyük mağazada dikkatimizi çeken birbirinden gözalıcı fotoğraf makinelerinden ziyade başında kippası, belinde geleneksel eteği ve yeleği ile işlerini icrâ eden Musevî satıcılar oldu. Sayıları o kadar fazlaydı ki bir an yanlışlıkla bir sinagoga girdiğimizden bile şüphelendik. Daha sonra buralara yolu düşen her turistin yaptığını yerine getirerek, yüksekliği ile ünlü Rockefeller binasının üst katındaki seyir yerinden bütün New York ve havalisini seyredip bol bol fotoğraf çektik, çektirdik. Akşam saatlerinde Zaman fotoğrafçılarının ve grafik sanatçılarının eserlerinden oluşan bir serginin açılışı için topluca Türk Konsolosluk binasının alt katındaki sergi salonunda idik. Jet lag etkisinin yıkıcı tesirine rağmen ayakta durmaya çalıştığımız bu güzel sergi, göğsümüzü kabartacak kadar güzel ve mânidar buluşmalara sahne oldu.
Pilav olmadı lapa: Hido, Orlando'yu nasıl uçurdu
Ertesi gün, New York'da yaşayan Türklerin biraraya gelerek açtığı Türk kültür merkezinde topluca kahvaltıda bulunarak yeniden Manhattan'a döndük. Hesapta Metropolitan Müzesi'ni doya doya gezmek vardı ama "öksüz oynaşa çıkar, ay akşamdan doğar" kavlince müzenin kapalı olduğunu öğrenince hevesimizi akşam programına sakladık; ama o da ne? Broadway'deki The Phantom of Opera (Operadaki Hayalet) oyunu da ertesi güne kaydırılmıştı. Ortak bir kararla "sanat olmazsa spor olsun" diyerek, New Jersey deplasmanına gelen Hidayet'in takımı Orlando'nun maçına gittik. Başlarda hayli tutuk görünen Hidayet, sonraki devrelerde, kendini alkışlamaya gelen Türk okulları öğrencilerinin desteğiyle çok iyi bir oyun çıkararak maçı âdeta sırtlayıp götürdü.
Azizim vatan yahşi
Anlatacak daha çok şey var ama, bana ayrılan yer dolmuş bulunuyor. Son gün New York'un "boğaz mahallesi" Beach civarında aziz hemşehrim Selahattin'in dükkânı "Masal"da birbirinden nefis gözlemelerle yol tedarikimi gördükten sonra Türkiye yollarına düştük. New York ilginç şehir ama tahmin edersiniz; memlekete dönmek gibisi yok.