Televizyonda seyrettiğimiz biziz
Dedikodu dinlemeye ve üretmeye bayılıyoruz, ciddi ve yüksek seviyeli yayınlara tahammül edemiyoruz, genç nüfusun eğitim seviyesi istatistiklere göre hızla yükselirken zevklerimiz iptidai kalıyor. Ekran karşısında 'sosyal'den ziyade 'biyolojik' davranıyoruz; hepimiz imkânlarımızın ötesinde ve üstünde bir hayat tarzı beklentisi içindeyiz ve buna ulaşmak için her türlü kestirmeciliğe yatkın bir davranış sergiliyoruz... Kısaca ikiyüzlüyüz ve bu bir davranış bozukluğudur.
Her teknolojinin çocukluk çağı var. Radyoyla daha erken tanışmıştık; radyo yayın tekeli sadece TRT kurumuna tahsis edildiği için 'radyo günleri'ni nisbeten hasarsız atlattık. 1961 Anayasası ile özerklik kazanan TRT'nin sol siyaset rüzgârına fazlaca yelken açmasına rağmen, radyo ve televizyon yayınlarında en azından ağırbaşlı ve prensipli yayın yaptığını teslim etmeliyiz. Televizyon ise hayatımıza 70'li yılların başında girdi ve yaklaşık yirmi sene, yine TRT tekelinin televizyon yayınlarını seyretmek zorunda kaldık. 90'lı yıllarda sektöre özel televizyonların girmesiyle özel radyo ve televizyon yayınları çığırından çıkmaya başladı. Alelacele düzenlenen Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, şirazesinden çıkmış özel yayıncılığı, aklıselim ve serbest rekabet çizgisinde uzlaştırarak düzenlemekte yeterince başarılı olamadı, çünkü yayıncılar, her düzenlemenin açıklarını bularak keyfi alışkanlıklarını sürdürmeyi tercih ettiler. RTÜK, yasaklamaları mümkün olduğunca daraltıp hürriyetleri öne çıkaran düzenlemeler yapmakla elbette doğru bir tercihte bulunmuştu ama yayıncılar da ticari mantığın icaplarına boyun eğerek RTÜK yasaklarını delmek, hürriyet alanlarını ise kötüye kullanmak çaresine sarıldılar. Özel Radyo ve Televizyon yayıncılığı hukuku oluşurken Türkiye'de siyasi, fikri ve ticari alanda liberalleşme dönemi açılmıştı. RTÜK'ün başarısızlığını bu çerçevede insafla karşılamak lazımdır.
24 saat boyunca yayın sürdürürken seyircinin dikkatini çekmek ve yayıncılığın can damarı sayılan reklam gelirlerini artırmak, radyo ve televizyon yöneticilerinin kâbusudur. Bu sektörde güzel ve faydalı yayın yapmak, ancak iyi reklâm alınabildiği takdirde bir değer ifade ediyor; daha doğrusu yeterli miktarda reklâm almak, yayıncılığın en basit doğrusu haline geldi. Usta ve mesleğine saygısını kaybetmemiş yöneticiler, güzel ile doğruyu mümkün olduğunca gözeterek yayın planlarken başarıya kilitlenenler sadece ticari bakımdan doğru olana dikkat kesiliyor ve çoğumuzu sinirden deli eden yayıncılık anlayışı böylece radyo ve ekranları işgal ediyor.
Özel yayıncılığın hâlâ çocukluk devrini yaşıyoruz; bu sürecin kemâle ermesini engelleyen ve geciktiren temel unsur izlenme oranları denilen istatistiklerdir. Reklâm veren kuruluşlar, -kendi mantıklarınca haklı olarak- izlenme oranı yüksek yayın kuruluşlarını tercih ediyorlar. Yayın kuruluşları da izlenme oranını yüksek tutmak için her türlü riski, -çılgınlığı- göze alıyorlar.
Bu açmazın kalbinde "seyirci ve dinleyici" kitlesi var; onların tercihleri ve zevkleri yayın akışını belirliyor. Yaptığı işe saygısını kaybetmeye başlayan yayın yöneticileri, eminim ki zannedildiğinden daha fazladır ama mecbur kalıyorlar; çünkü seyirci ve dinleyici, fena halde ucuzluğu, pespayeliği, sathiliği tercih etmekte. Ciddi ve kültür seviyesi yüksek yayınlar seyirciyi celbetmiyor ve böylece radyo ve televizyon yayınları, toplumun yüzüne tutulmuş gerçekçi bir ayna haline geliyor. Bu aynada görünenler şudur: Dedikodu dinlemeye ve üretmeye bayılıyoruz, ciddi ve yüksek seviyeli yayınlara tahammül edemiyoruz, genç nüfusun eğitim seviyesi istatistiklere göre hızla yükselirken zevklerimiz iptidai kalıyor. Ekran karşısında 'sosyal'den ziyade 'biyolojik' davranıyoruz; hepimiz imkânlarımızın ötesinde ve üstünde bir hayat tarzı beklentisi içindeyiz ve buna ulaşmak için her türlü kestirmeciliğe yatkın bir davranış sergiliyoruz. Yayınlarda seyrettiğimiz biziz ama seyir esnasında kendimizi kirlenmiş hissetmemeyi başarıyoruz. Her defasında kendimizi ekrandakilerden farklı bir yerde sayıyor, tecrid ediyoruz. Kısaca ikiyüzlüyüz ve bu bir davranış bozukluğudur.
Herşeyden önce lüzumundan fazla televizyon bağımlısıyız. Televizyona vakit tahsis etme bakımından çok cömert toplumların başındayız. Çoğunluk itibariyle görüyoruz ki, hayatımızda televizyonun kapladığı yeri ikame edecek başka bir meşgale kalmamış. Artık aile üyeleriyle bile yeterince iletişim kurmuyor, komşu, misafir ve dostlarımızı ihmal ediyor, kitap, dergi, gazete okumuyor, yani bir düşünce hayatımızın şekillenmesi için gerekli altyapı emeğini sarfetmiyoruz. O yüzden televizyon haberlerinde bile artık müzik efekti kaçınılmaz bir adet haline geliyor; yapımcılar haberleri bile cilalamak, tabiatını değiştirmek zorunda kalıyorlar. Ekranın şöhret haline getirdiği sanatçıların en feci kusurlarını bile o yüzden affeden, haddinden fazla duyarsız bir seyirci kitlesi haline dönüştük. Kötülüğü, ucuzluğu, düşkünlüğü cezalandırmak yerine -affetmeyi de geçtik- ödüllendiren bir sapkınlık hâleti aramızda yayılmaya başladı. Özel hayatlarında mazbut, seçici, muhafazakâr ve prensipli tanınanlarımız bile karakterlerine uygun program seçmekte sorumsuz davranıyorlar. Seyircilerine hakaret eden sunucular alkışlanıyor, canlı yayında belden aşağı fıkra ve espriler yapmakla tanınan adamları televizyonlar kapışıyor ve seyredenler, bu gibi hallerde kendilerini hakarete uğramış veya doğrudan şahsiyetleri rencide edilmiş saymıyorlar. Türk toplumu, söylenildiği gibi geleneklerine bağlı, nâmuskâr, aile değerlerini yücelten mazbut bir topluluk teşkil etseydi, bu gibi program ve yayınların marjinalleşmesi ve bir süre geçtikten sonra ortadan kaybolması gerekirdi; halbuki yayıncılıkta giderek ucuzluğun ve sıradanlığın egemenlik kurmaya başladığını üzüntüyle farkediyoruz (en ciddi haber kanallarında bile sulu gösteri kuşakları görülüyor artık). En güzel belgeseller, en iyi filimler, en muhtevalı tartışma programları gece yarılarında ekran bulurken en çok seyredilen saatlerde en berbat, en ucuz yapımlar izlenme rekorları kırıyor.
Bu bir maraz alâmetidir, aykırı bir haldir; zamanla geçmek yerine kabuklaşma ve yayılma belirtileri gösteriyor. Özel yayıncılığın ve yayın teknolojisinin çocukluk günleri geçmiş olmalı; bizde normalden daha uzun sürüyor. Hedef tahtasına yayıncı kuruluşları koymanın fazlaca mânâsı yok; sütten çıkmış ak kaşık olmamakla birlikte onlar, neticede piyasa şartlarında ayakta kalmaya çalışan birer ticari şirkettir ve kendilerince bir piyasa araştırması yaparak, kârlarını yükseltmeye, en azından varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Öte taraftan RTÜK, yapabileceği düzenlemelerin had sınırına gelmiş sayılır; onların da elini kolunu bağlayan hukuki ve anayasal sınırlar var. Bu manzarada asıl sorumlu seyirci ve dinleyici kitlesidir. "Daha işin başından kötü örneklerle karşı karşıya kaldıkları için kötüye rağbet ediyorlar, ne yapsınlar!" bahanesi artık geçerliğini kaybetti.
Ekrandan yansıyan çirkin yüzümüzü farkedelim; güldüğümüz, iğrendiğimiz, alay ettiğimiz, imrendiğimiz, onayladığımız herşey, her surat, her kurum aslında bizim tercihlerimizle biçimleniyor. Böyle olmasına biz müsaade ediyoruz.
Biz ekranlarda gördüğümüz şeyiz!