Teknolojik ahlâk ve ilmi "praxis"in sonu
Yüksek teknolojiye yön verenler, teknolojinin istenmeyen yan tesirlerini daha yüksek teknoloji üreterek önleyemeyeceklerini farketmelidirler. Esasen uluslararası terörün asla beceremeyeceği ekolojik felaketler daha şimdiden kapılarımızı çalıyor. Bu ahlak problemini biz dünyalılar nasıl çözeceğiz; yüksek teknolojinin sahipleri, bilim ve hayal güçlerini biraz da bu önemli nokta üzerinde yoğunlaştırmak zorundalar
Sanayileşmenin eski dünyaya getirdiği yeniliklerden biri de standart üretim fikriydi; bir malı çok sayıda üretmek ve üretilen her malı satarak üretim halkasını yeniden tamamlamak endişesi, eski üretim ahenginin "sipariş" ve adama göre imâlat düzenini hükümsüz bırakmıştı. Standart üretim, müşteri ihtiyaçlarını önceden kestirebilmeyi gerekli kılıyordu ve bu yüzden kumaştan çiviye, ayakkabıdan boruya, kalemden inşaat malzemelerine kadar her şeyin sınıflandırılması ve ölçülendirilmesi icab ediyordu. Ölçü birimlerinin vasatilikten çıkıp, beynelmilel çapta ortak kabul gören değerler haline gelmesi böyle başladı; uzunluk, ağırlık, hacim ölçüleri tektipleştirildi. Bir sonraki adımda insan standartlarının araştırılmasına geçildi. Ayakkabıdan şapkaya, paltodan iç çamaşırına, iskemleden masaya, tavan yüksekliğinden gözlük sapına kadar insana nisbeti olan her araç, çeşitli ölçülere göre tasnif edilerek ortak kümeler halinde sabitlendi. Bu araştırmalar esnasında insan bedeninin, ölçülendirmede temel birim kabul edilmesi gereği ortaya çıktı ve "Ergonomi", eşyanın ve mekanın insana göre düzenlenmesi ihtiyaçlarına cevap veren modern bir kavram olarak işlerlik kazandı.
Ergonomi disiplini, bir yönüyle endüstriyel tarzda üretime hız kazandırırken diğer taraftan insana kendi sınırlarını hatırlatır. Mesela gereğinden fazla ağır ve kullanılması imkânsız derecede büyük tasarlanmış bir makasın "piyasa" şansı yoktur; kezâ tabantavan aralığı birbuçuk metre olan bir bina kullanılamaz. Kitaplar kolayca kullanılacak kadar hafif, ebad itibariyle gereği kadar küçük ve okunabilir harflerle basılmış olarak tasarlanır vb. Buna rağmen modern insanın çevresini tasarlarken ergonomiyi bile bile inkâr ettiği uygulamalar hiç de az değil. Meselâ, Avrupa'da ve Batı dünyasında şehir, 100 ilâ 500 bin nüfusu barındıracak şekilde tasavvur edilmiştir ve bu rakamı artıracak nüfusun "banliyö"ler yoluyla ve yatay istikamette şehrin dışına doğru kaydırılması esastır. Ne var ki bu insânî ve aklî kriterlere rağmen metropoller, insan ölçeğine göre şehrin zâlimâne büyüklüklere vardığı, âdeta azmanlaşarak insanı ezip unufak ettiği yerleşimler olarak çoktan meşruiyetini ilan etti bile. Metropoller, modernizmin azdırdığı bir mekân kanseridir ve bir metropolde her türlü insâni ihtiyacın karşılanması bir ezâ sürecinden başka bir şey değildir: Metropolde ulaşım, alışveriş, eğlence, eğitim, ticaret, haberleşme, siyasi katılma, beşeri münasebetler çileden başka bir şey değildir ve her bir insani fonksiyonun asgari seviyede halli için olağanüstü masraflara baliğ olan devâsâ projeler geliştirmek mecburiyeti vardır. Her "devâsâ" projenin, metropol kanserini azdıran yeni bir zulüm olduğunu tafsile ise hâcet yok. Meselâ vaktiyle varlığıyla öğündüğümüz Boğaz köprülerinin varlığı ile yokluğu, birbiriyle mukayese edilmez iki dev çözümsüzlükten başa bir şey sayılmaz. Şehrin içinden geçen otoyollar, korkutucu yükseklikteki viyadükler, gereğinden fazla geniş tutulmuş meydanlar hiç de "insana göre" tasarlanmışa benzemiyorlar; bunlar olsa olsa kaçınılmaz bir ihtiyacı en kötü tarzda çözmeyi hedefleyen birbirinden kötü uygulamalardır. Zira metropoller "insana göre" biçimlenmiş yerleşim olmaktan çıkmış, tam aksine metropollerde insan, "metropole göre" biçimlenmesi gereken bir yaratık mevkiine inmiştir.
11 Eylül faciasından sonra adını hatırlayamadığım uzak görüşlü ve modernist bir yazar, "şimdi bir takım modernlik muhalifleri yine seslerini yükseltecekler ve gökdelenler aleyhinde atıp tutmaya başlayacaklar" mealinde şeyler kaleme almıştı. Tam da tahmin ettiği gibi şu gökdelen fikrini bir kere daha tartışmak istiyorum. Gökdelenlerin, metropol bünyesi içinde özellikle iş dünyasının ihtiyaçlarını karşılamak için zaruri bir çözüm olduğu ileri sürülmüştür.
Modernliğin niçin hep "kaçınılmaz zaruret" gibi görülen ihtiyaçlara cevap vermesi gerektiği, bizatihi modernizmin ve modernizm yanlılarının cevaplandıracağı bir başka önemli meseledir. Meseleyi modernlik haricine taşıyarak tartışmak da mümkün: Gökdelenler, hiçbir surette meşrulaştırılamazlar zira boyutları itibariyle bunlar "insana muhalif" ve "insana rağmen" yapılardır.
Merkezi bölgelerde arsa fiyatlarının yüksekliği, rant gelirinin iştah açıcı câzibesi ve gökdelen içinde haberleşme ve yüzyüze insani ilişkiler kurma kolaylığı gibi gerekçeler, hatta, "gökdelenli metropoller, batı'da bile var" şeklindeki itirazlar geçerli olmaktan uzaktır zira arz, henüz gökdelenleri kaçınılmaz çözüm göstermeyecek kadar geniştir. Yeni ihtiyaçlar karşısında şehirlerimizi ve binalarımızı yatay istikamette gelişecek tarzda yapabiliriz.
Yatay büyüyen şehir ve binalarda insanî ölçüyü gözden kaçırmak da mümkündür elbette. Zira burada temel ölçü, insânî ölçeği ezen uygulamalardan kaçınmaktır. Yüksek, iri, geniş ve muazzam intibaı bırakan yapıların, birşeylere meydan okuyan tavrı beni hep rahatsız etmiş ve itmiştir; meselâ muazzam ölçüde su toplayan ve topladığı suyu muazzam yükseklikte inşa edilmiş bir setle dizginleyen hidroelektrik santraller de bir mânâda bâkir tabiatın ortasına diktiğimiz gökdelenlerdir. Hidroelektrik enerjinin artık "çevre dostu" olmadığını biliyoruz; sun'i baraj gölleri, aynı zamanda mühendislik marifetiyle gerçekleştirilmiş birer çevre felaketi anlamını taşıyorlar. Burada "mühendislik gururu" faktörünü gözden kaçırmamak gerek. Teknik adamların ve modern fennin kabiliyetini isbata yarayan bütün "büyük proje"ler, karşılığında en azından gelecek kuşakların ödeyeceği bir bedele rağmen yükseliyorlar. Teşkil ettikleri ekolojik tehdid bir yana, insana telkin ettiği azamet ve gurur hissiyle tehlikeli yapılar bunlar. Şüphesiz insanların, daha büyük binalar, barajlar, köprüler, yeraltı yolları ve tüneller açabilme kabiliyeti var ve mevcudun daha büyüğünü yapabilmek, günümüzün teknolojisine göre sadece "daha büyük bütçe" engeliyle karşılaşabiliyor ama insan eliyle yapılmış şeylerin mâkul hudutları aşması halinde, buna "dur" diyebilecek bir ahlaki mekanizmayı henüz geliştirebilmiş değiliz. Bu çelişkiye "teknolojik ahlâk" ismini verebiliriz.
Tabii ki bu isimlendirme, bilimin ahlâkî bir alan teşkil etmediği yolundaki modası geçmiş "ilerlemecilik" (progress) diskurunu savunanlar tarafından istihzâ ile karşılanacaktır. Zira ilerlemecilik fikri, bilimin teknolojiye uygulandığı (praxis) ve böylece ticarileştiği yüksek teknolojiye bir "had" getirmek anlamına da gelecektir. Halbuki bizatihi yüksek teknoloji ürünlerinin oluşturduğu problemler, günümüzde insanlığın geleceğini tehdid edecek kertede azmanlaşma eğilimi gösteriyor. Meselâ teorik seviyede yürütülen atom fiziği çalışmalarının neticede atom veya hidrojen bombasına dönüştürülmesi, böyle bir feci "praxis"in neticesiydi. Modern silah sanayiinin son elli yılda ulaştığı ürpertici gelişmişlik seviyesini de tabii bir şeymiş gibi karşılamak mümkün değildir. Hele biyolojik ve kimyevi silah geliştirme projelerinin artık yüksek teknoloji kullanan Batılı toplumları da tehdid etmeye başlaması, bu alanda ahlaki setler ve hudutlar tayin etmek lüzumunu açıkça hissettiriyor. Gökdelenle, biyolojik silahın buluştuğu ortak anlam noktası, bir tabii haddin tecavüzüdür ve artık herkes anlamalıdır ki, ihtiraslarımıza, teknolojiye, ilmî "praxis"e ve ilerlemecilik arzularımıza ahlaki bir baraj koyma zamanını çoktan geçirmiş bulunuyoruz.
İnsan yapabileceği ile yapmaması gerekenlerin tercih aralığında sınanıyor; yapabileceklerimizin sınırlarını merak etmek, bir anlamda "kırkıncı oda"ların kilidini kurcalamaya benziyor; sınırları aşmak, adeta otomatik bir mekanizmayla bize "intikam" cinsinden ödememiz gereken bir bedel getiriyor. Batı dünyası, bu yalın gerçeği farketmek için bir başka "azgınlaşmış" güruhun kitle terörünü beklememeliydi. Yüksek teknolojiye yön verenler, teknolojinin istenmeyen yan tesirlerini daha yüksek teknoloji üreterek önleyemeyeceklerini farketmelidirler.
Esasen uluslararası terörün asla beceremeyeceği ekolojik felaketler daha şimdiden kapılarımızı çalıyor. Bu ahlak problemini biz dünyalılar nasıl çözeceğiz; yüksek teknolojinin sahipleri, bilim ve hayal güçlerini biraz da bu önemli nokta üzerinde yoğunlaştırmak zorundalar.