Tek başına halletmek gereken işler vardır!

İmam Hatip Mezunları Derneği Başkanı bir iftar konuşmasında, 17 Aralık'tan sonra üniversitelerde başörtüsü yasağı kalmayacağını, sıkıntılı günlerin geride kalacağını söyleyince "17 Aralık'ı bekliyorlar" diye başlık koymuş Milliyet; editör ne kasdetti bilemem ama bana sanki, "daha çok beklerler!" imâsında bulunuyorlarmış gibi geldi!

İnsanları imâya göre yargılamak olmaz ama şu "daha çok beklerler" hükmünü hiç de haksız bulmadığımı ifade etmek isterim. Daha önce bu istikamette beklentileri olan bazı çevreler, AİHM'nin verdiği hakikaten şaşırtıcı ve tartışılır kararlarla nasıl hayal kırıklığına uğradılarsa, 17 Aralık'ın Türkiye'nin "ıslahat" tarihinde bir milât teşkil edeceğini zannedenleri de aynı âkıbet bekliyor. Avrupa Birliği üzerinden problem çözmek kağıt üzerinde her ne kadar mümkün ve muhtemel gibi görünüyorsa da bu hesabın câzibesine aldananlar, bağımsız devlet olmanın bir şartının da "problem çözmek kabiliyeti" olduğunu ihmâl ediyorlar. Tercümesi şu; elin çözdüğü problem aslında çözülmüş olmaz; aynı sonuca varsa bile çözüm basamaklarını bizzat sizin katetmiş olmanız gerekir. Çok kaba ve incitici de olsa bazı çevrelerde seslendirildiğini gayet iyi bildiğim, "Dinsizin hakkından imansız gelir" yaklaşımı işte bu bakımdan tepeden tırnağa sakat bir mantıktır bana göre. Çözümü için emek, risk, acı veya sabır cinsinden bir bedel ödemediğimiz hiçbir problemi sahiplenebilmek hakkına sahip değiliz. Başörtüsü meselesi, birtakım rejim restoratörlerinin icat ettiği sıfır maliyetli, on paralık bütçe fonu gerektirmeyen bir problem olarak sahneye çıktı; mucitlerini eleştirebilir, onlara kızabilirsiniz ama problemin hallini başkalarına havale ettiğiniz zaman, mesele size ait olmaktan çıkar; meseleye, yani başörtüsüne, İmam Hatip okullarına veya benzerlerine sahip çıkıyorsanız kendi kuvvelerinizle çözeceksiniz.

Bu noktada önemli bir zihni kavrayış meselesi var ve çoğu insan bu meselenin farkında değil. Türkiye'de kendisini Müslüman kimliği ile tarif edenlerden bir zümre, kendisini tâbi bulunduğu yönetimden tiksinir derecede tecrid edilmiş hissediyor; bu hâletin oluşmasında kendisini devletin yerine koyan bürokratlardan başlayarak, Müslümanlık fikriyatını milliciliğin tabii muhalifi zanneden ideolog taslaklarına kadar herkesin kabahati vardır. Devletinizi eleştirebilirsiniz, hatta bunu bir vazife addetmek lâzım ama devletinizden nefret etmeniz başka bir şeydir; hâl-i hazırdaki yönetimi ceberrut, baskıcı, hatta zalim bulan nicelerinin zihninde bundan daha ağır ve baskıcı yönetim emellerini taşıdıklarını biliyoruz.

"Ne yani, dünyadan tecrid edilmiş halde mi yaşayacağız?" demek değildir bu; bizim hallini bedavadan Avrupa Birliği'nin sırtına ihale etmeye kalkıştığımız meseleler, varoluşumuz ve duruşumuzla ilgili esaslı konulardır ve bu gibi kategorik konularda Türkiye'nin kendi problemlerini başkalarına havale etmek hakkı yoktur. Bazı şeyleri tek başımıza yapmamız gerekir ve öyle bir mevkiide insana en yakını bile yardımcı olamaz. Kaldı ki değil Aralığın 17'sinde, 47'sinde bile AB kurullarının başörtüsü cinsinden beklentilere sıcak karşılık vermeyeceği aşikar. İşin izzetinefis boyutu bir yana felsefi bakımdan eğer meselenize sahip çıkamıyorsanız meseleniz yok demektir. Kağıt üzerinde arabesk bir çelişki gibi görünüyorsa da, üzerinde fazlaca durulmadan sarfedildiği anlaşılan bu "AB'ye girersek, ceberrut devlet uygulamaları da sona erer" beklentileri, bizim günün birinde gerçekten güçlü, âdil, onurlu ve üretken bir toplum ve ülke haline gelebilme ümidimizi üç otuz kuruşa satışa çıkarmak manasına geliyor bana göre.

Evet, bazı şeyler tek başına halledir; yardımla değil!


Kaynak (Arşiv)