Tehcirden mübadeleye; tazelenmesi gereken dikkatler
Lausanne Anlaşmasına göre 1923'de uygulanmasına başlanan Mübadele, biz Cumhuriyet nesillerine hep Milli Mücadele'nin ve Türk İnkılâbının tabii sonucu ve ayrılmaz parçası gibi görünür; resmi eğitim süreçlerinde verilen tarih eğitimi, meseleye bir başka açıdan bakabilmeyi zorlaştırmıştır.
Mübadele anlaşmasına göre Yunanistan hudutlarında yaşayan Müslüman nüfusla Türkiye'deki Ortodoks Rum nüfusun karşılıklı olarak değiştirilmesi öngörülmüş, İstanbul Rumları bu anlaşmanın kapsamı dışında bırakılmıştı. Bernard Lewis mübadeleyi, "insafsız fakat etkin bir nüfus değişimi" şeklinde niteliyor. Mübadele'nin temel sebebi özellikle Milli Mücadele esnasında Anadolu'nun Müslüman ve Hıristiyan unsurları arasında meydana gelen gerilimdi; ne var ki Mübadele ile ilgisi olmamasına rağmen, 1915'teki Tehcir hâdisesini de sonuçları itibariyle Mübalele ile birlikte incelemek gerekir. Bu iki hadise ile Türkiye'nin nüfusu dini ve etnik kriterler açısından eskiye göre daha fazla Müslümanlaşıyor ve Türkleşiyordu. Tehcir ve Mübalededen sonra Anadolu'da iki dinin mensupları arasında sert gerilimler yaşanmaması olumlu bir sonuç gibi görünüyor ama Hıristiyan unsurların Türkiye nüfusundan koparak Yunanistan'a veya Batı'ya muhacereti başka neticeler de doğurdu. Hürriyet gazetesinin 22 Eylül tarihli pazar ekinde Romancı Yaşar Kemal, Mübadelenin doğurduğu sonuçları bir başka bakış açısıyla eleştirerek yeni romanının kahramanları ağzından Mübadelenin büyük bir hata olduğunu ileri sürüyor: "... Bizim Rumlar Osmanlının en okumuş insanlarıydı. Bütün Anadolu'nun zenaatleri onların ellerindeydi. Doktorların, mühendislerin, yüksek tahsil görmüşlerin birçoğu onlardı. Mimarlardan birçoğu onlardandı. Onlar gidince Anadolu'da duvarcı, sıvacı, demirci, ayakkabıcı, hemen hemen hiç kalmadı."
Ne var ki bu hata, Yaşar Kemal'e göre Lousanne'a katılan tarafların müştereken ve isteyerek işlediği bir hatadır. Esasen Lozan'da mübadeleye Avrupa karar vermiştir. Röportajı yapan Doğan Hızlan'ın " Siz siyasal hareketlerde, daima Milli Mücadele uğrunda savaş vermemiş kişilerin iktidarı aldığını söylersiniz?.." sualine verdiği cevap ilginç: "Kavlak Remzi'yi söylüyorsan eğer CHP'de olduğu gibi, öteki partilerde de çook Kavlak Remziler var"! Nitekim Enver Paşa'nın Yaşar Kemal için bir başka zulüm markası teşkil ettiğini yine aynı röportajdan okuyoruz: "Enver Paşa'yı böyle anlatmak bir romancının insafsızlığı değil, yazının böylesine yumuşak olması belki de bir yazarın beceriksizliğindendir."
Burada asıl konuşulması gereken mesele Tehcirin, Mübadelenin veya büyük göçlerin sorumlularını yargılamaktan ziyade memleketlerinden göç ettirilen toplulukların dramıdır fakat sözünü ettiğim röportajda yazarın, tarihçilerin gösterdiği cinsten bir hassasiyetten kaçınarak kıraathane sohbeti ağzıyla, kendine göre sorumlu belirlemesi dikkatimi çekti.
"Romancıdır, tarihi dilediği gibi yorumlayabilir" deyip geçemeyiz. Dram veya trajedi, ancak sahih bir tarihi arkaplan önünde işlediğinde gerçek edebî değerine ulaşacaktır; çarpıtma veya en azından yansıtma çabaları eserin değerini tartışılır hale getirmekten başka işe yaramaz. Meselenin iktisadi tarafı şüphesiz çok önemlidir; özellikle topraklarının ve tabii kaynaklarının dörtte üçünü kaybetmiş yeni bir devlet için kalifiye ve üretken nüfus kaybı, çok daha vahim boyutlar taşıyor. Türk sanayileşmesinin hatta demokratikleşmenin gecikmesinde, Hıristiyan nüfusun şu veya bu şekilde Türkiye'den ayrılmış olmasının büyük payı inkâr edilemez ama bir de insânî boyuta dikkat çekmeliyiz ve empati (kısaca kendimizi muhatabın yerine koyarak konuya yaklaşmak) hassasını kullanarak anlamaya çalışmalıyız: Bizim için Türkiye ne kadar "vatan" ise Türkiye'den ayrılmış Hıristiyan nüfus için bu topraklar aynı derecede vatandı ve bu unsurlarla tarihi beraberliğimiz on asırlık çok mühim bir birikimi temsil ediyordu. Bu insanlarla bir arada yaşamış, aynı şehri, köyü ve mahalleyi paylaşmış, kız alıp vermek haricinde aksamadan yürüyen bir komşuluk hukuku geliştirmiştik. Tamamına yakını Türkçe konuşuyor, mahalli örf ve âdetleri büyük ölçüde paylaşıyor ve medeni birikimimize mühim katkılarda bulunuyorlardı. Bizim açımızdan farklı unsurlarla bir arada yaşamak (coexistance) tecrübesi çok değerliydi; farkılıklara tahammülü, şehir veya kasaba hayatının tabii dokusu içinde öğreniyor ve gelecek kuşaklara aktarabiliyorduk.
Ne yazık ki bu iki mühim hadise hakkında yapılmış Türkçe yayın çok yetersiz seviyede. Tehcir hadisesi sadece Ermenileri ilgilendirmemeli; biz de bu büyük trajedinin tarafı idik; keza Mübadil Rumların Yunanistan'daki hayatına dair az çok bilgimiz var ama Yunanistan'dan gelen TürkMüslüman mübadilleri tanımıyoruz bile. Yakın dönemlere doğru geldikçe tarih belgelerinin seyrekleşmesi ve kanaatlerin mânidar bir şekilde yuvarlaklaşması, hepimiz namına yazılması gereken mühim bir kusurdur.