Tarih yine tekerrür ediyor!
Saraybosna'da dolaşırken veya bir kitapta Gazi Hüsrev Paşa Camii'ni görüp, "Aa, bu mâbed Tokat'taki Gülbahar Hatun Camii'ne ne kadar benziyor" diye düşündüğünüzde, bundan sadece sanat tarihine meraklı olduğunuz neticesi çıkmaz, kimliğinizi de fark etmeye başlarsınız.
Travnik'te bir mahallenin dokusu size şaşılacak derecede eski Bursa'nın, Kütahya'nın, Amasya'nın mahallelerini hatırlattığında, benzerlikten tarih şuuru katına yükselebilirsiniz. Drina Köprüsü'nün kitâbesi ile Halep'teki bir Osmanlı yâdigârının kitâbesi aynı dille kaleme alındığı gibi biçimlenişindeki edebî üslûp da birbirini okşamaktadır; görünce fark etmezsiniz, fark edince görürsünüz. Öyle olunca, Cumhuriyet'ten geriye doğru gidildiğinde ister istemez Osmanlı kimliğine sahip çıkmaya başlarsınız, çünkü Osmanlıların yapıp ettikleri, nihai tahlilde saygı uyandıracaktır zihninizde. İşin askeri zaferler ve eylemler kısmını geçip, idari kabiliyet faslında durakladığınızda, hürmet hayranlığa dönüşebilir fakat en doğrusu hürmet ve hayranlığın "merak"a tahvil olmasıdır.
60'lı yıllarda basılan 45'lik plak zarflarının bile kendine göre bir tarihî anlamı var. "Otu çeker köküne bakarlar"; Tarihte geriye doğru gittiğinizde her zaman Türk kavminin ve kavmiyetinin izlerini aynı netlikte süremezsiniz. Osmanlı adına büründüğünde Türk kavmi, diğerleri meyânında kavimlerden bir kavim gibi görünür. Sonra Osmanlılar'ın niçin Hırvat, Sırp, Arnavut, Ermeni asıllı vezir istihdam ettiğine, XIX. yüzyılda bile doğudan batıdan niçin "âkıl ve becerikli adam" devşirdiğine takılıverirsiniz. Meseleye kavmiyet nokta-i nazarından bakar üzülür, kahırlanır, "bizi devşirmeler bu hâle koydu" diye eseflenirsiniz; medenî ve idarî açıdan yaklaşanlar, büyük devlet olmanın, bir şekilde, kavmiyeti ne olursa olsun "âkıl ve becerikli adam" istihdamından geçtiğini görürler.
Bu minvâl üzre söylenecek söz çoktur; özü şudur: Tarihte Osmanlılar, batılı olmayan ama batıya kafa tutan en büyük doğulu organizasyonu (devleti) temsil ettiler. Bu cümle ile Balkanlardaki o muazzam "Avrupa-yi Osmâni" gerçeğini görmezden geliyor değiliz ve bu olgu, bir başka zâviyeden Osmanlı'yı aynı zamanda mühim bir Avrupa gücü olarak saymaya yeter; lâkin Avrupa'nın orta yeri Macaristan'da bile Osmanlı varlığı, kendi dünya görüşünü, hayat tarzını, müesseselerini ve siyasi kimliğini ayakta tutabilmiş bir medenî dirilik gösterir. Batılıların hiç ama hiç unutmadığı bu realitenin hayâleti bile bugün Cumhuriyetimizi tâciz ediyor.
Osmanlı Devleti, iç isyanlarla zaafa düştü, ufalandı ve dermansızlaştı. Balkan kavimlerinin (Sırp, Rum, Arnavut) isyanlarının ardından Birinci Cihan Harbi esnasında Şark Ermenileri kıyâma geçti. Harbin kaybedildiği anlaşıldığında Araplar Osmanlı idaresine kafa tuttular; daha evvelce bu gibi patırtıları "yönetmeyi" başaran Osmanlı siyâsî ferâseti dumura uğradı; devleti çökerten asıl gâilelere iç isyanlar ilâve olununca mukadder akıbet kesinleşti. Osmanlı, tarihten tasfiye edildi.
Tarih okuyun, göreceksiniz; isyancı taleplerini (dünün diliyle demokratikleşme, adil temsil, ıslahat ve mıntıkayı daha ma'mur hale getirme taleplerini) inceleyin, bir şeyler fark edeceksiniz. Doğru dürüst tarih okumadığımız için -âkıl olmayan toplumların başına sıkça geldiği üzre- tarih yine tekerrür ediyor; dünün "münevverân takımı" bugün başka isim ve kavramlar altında benzer çözüm yolları teklif etmekte. Osmanlılar'ın "müzaheret ve teftiş" adı altında varlığına tahammül ettiği bütün yabancı askeri güçler, neticede o yerlerin Osmanlı vatanından kopmasında birinci derecede âmil olmuşlardır: Girit'e bakın, Makedonya'ya bakın, Birinci Harp esnasında Şark ve Cenup hudutlarımızda olup bitenlere bakın! Bugün olup bitmekte olanlara ne kadar benzediğini görünce irkileceksiniz.
Bugünün "münevverân" takımı ise dün olduğu gibi bugün de kafa karıştırmak istikametinde halkının hizmetindedir: Vâ esefâ!