Tarih Sünnetullah’tır!

Tarih ne işe yarar? Cevap veriyorum; hiçbir işe yaramaz; tabii ilim adamlarının, öğretmen ve öğrencilerin, meraklıların yaptığı işi kaale almazsak! Evet, “Geçmişte ne oldu?” sualine cevap aramak insanlığın en eski ve en tabii merakıdır; hakkında yüzyıllardan beri eserler yazılıp dersler verilmekte, kitaplar yayınlanmakta ve milyonlarca insan bunları tatlı tatlı okuyup “Vaay bee!” demektedir ama hepsi bu.

“Geçmişte ne oldu” merakının muradı, “Hiç değilse bundan sonra kötü şeyler olmasın”dır. Ortega Y Gasset, “İnsanın tabiatı yoktur, tarihi vardır” demişti. Bu sözü biraz açalım. Gasset demeye getiriyor ki, hayvanlar tabiatları muktezasınca hareket edip içgüdülerini kullanırlar; insanlar gibi olayların kayıtlarını tutup hatırlayarak bunlarla amel etmezler; hâlbuki insan, tabiatının fevkine çıkmak kabiliyetiyle donanmış en “gelişkin” varlıktır. Hayvanât gibi beşerin de bir tabiatı var elbet ama ondan daha fazlasını yapmak da iktidarında: Ahlakî vasfıyla içgüdülerinin üstüne çıkabilir. Bütün dinler ve ahlâk mektepleri zaten insanı içgüdülerini aşmak konusunda teşvik eder. On Emir’i hatırlayalım: Şirk koşmayacaksın, Put yapmayacaksın, Rabb’in adını boş yere ağzına almayacaksın, Anana babana hürmet edeceksin, Öldürmeyeceksin, Zina etmeyeceksin, Çalmayacaksın, Komşuna zarar vermeyeceksin, ilâhir...

Beşeriyetin tarihinden damıtılacak en özlü cümle şudur: İnsan tabiatı ile tarihi arasındaki dramatik hikâyesinde genel itibarla tabiatına mağluptur. On Emir’den hiçbiri eskimedi, “arkaik bir cürüm” olarak tarihin derinliklerinde kalmadı; her devirde o cürümleri bir başka çehre ile tazeleyip canlı tuttuk. O yüzden “İlerleme” yani Aydınlanmacıların “Progress” fikri vahim bir vehim, daha hafif bir tabirle güzel bir temennidir. İlerleme fikri esasta, dinler gibi insanın tabiatı üzerine yükselebileceğini kabul eder ama, dinlerin prangasından kurtulmak kaydıyla. Gasset olması gerekeni söylüyor; olan, insanda tabiatla tarihin mütemadiyen çatıştığı ve ahlâkî niteliklerin nâdiren galebe ettiğidir; bu hükmün ne yazık ki bir dine mensup olanlar için istisnâsı yok. Ehl-i kitab kadar Uzakdoğu inançları ve -keşke doğru olmasaydı- İslâm da bu hükmün dahilinde. Son birkaç asır Müslümanlarında bütün kabahati kabaca gayrımüslimlere yıkmak gibi bir vicdan ağartma tavrı gelişti; keşke doğru olsaydı. İslâm tarihi, beyn’el-müslimin arasındaki adâvet ve şiddetin çeşitli sâbıkalarıyla doludur ve bu bakımdan meselâ Hristiyan topluluklarından pek farklı bir çizgi göstermiyor. Bu kadar dindar olduğunu ileri süren bir topluluğun -ki biz öyleyiz meselâ- İslâm tarihiyle bu kadar az, hiç mesâbesinde ilgilenmesi ürperticidir. En çok kıraat olunan fasıllar, resmî bir dikkat ve endişeyle (Sadece Cumhuriyeti kasdetmiyorum) beyazlatılmış ve zararlı tesirlerden temizlenmiş metinlerdir; onları okuyarak ibret alamazsınız, sadece “Erbâb-ı fısk u fücûr olmayaydı, ne güzel nizâm-ı âlem eyler idik” diye iç geçirirsiniz. Bu metinler, velev ki bizlerin dahi “Fısk u fücûr”un bilerek veya bilmeyerek bir parçası haline gelebileceğimiz hakkında ikazda bulunmaz.

Diyorum ki, İslâm coğrafyası ile kuşatılmış iki Müslüman toplum arasındaki nizâyı yatıştırmak için İslâmî kuvvelerin mecâlsiz kalıp da çâreyi Batılı kuvvelerin müdâhalesinden ummak tarihimizle tabiatımız arasındaki mücadelede tabiatımıza mağlup düştüğümüzün ifâdesidir ve ibret alması gereken topluluklar için şu hadisede çok acı dersler vardır. Tarih, Allah’ın koyduğu ve kainatın işleyişini tayin eden kaideler mânâsında Sünnetullah’tır ve bilip lâyıkınca amel etmek en yüksek derecede farzdır.


Kaynak (Arşiv)