Tarih hep bugünden bahseder
Tarih tekerrürden ibarettir ve ibret alınmazsa mutlaka kendini tekrarlar sözü boş lâf değildir. İnsanın ezelî ve ebedî hikâyesinde gelişme diye bir şey yok bu yüzden. Birbirinden farklı birkaç tablonun dışına çıkılamıyor.
Eski Yunan’dan beri idare şekilleri bile değişmiyor; onlar kanuni yönetimleri monarşi, aristokrasi ve demokrasi diye üçe ayırmışlardı ve bu rejimler keyfîliğe kaydıkça sırayla tiranlık, oligarşi ve yozlaşmış demokrasiye dönüşüyordu. Saf gönüllü olanlarımız ise insanlığın kötüden iyiye, iptidaiden gelişkinliğe doğru yürüdüğünü zannederler ve bu fikre destek olarak karakazan yerine düdüklü tencere, eşek yerine bisiklet, çıra yerine ampul kullandığımızı, yönetimlerin ise mutlak doğrultuda keyfîlikten ve zorbalıktan demokratik hukuk devletine doğru ‘ilerlediği’ni zannederler.
Keşke öyle olsaydı ama değil. İyi şeyler ancak ortak akıl, iyi niyet, gayret ve çok emekle ayakta durabiliyor; dikkat gevşeyiverdiğinde iyi ve güzel şeyler deniz kıyısında yapılmış kumdan şato gibi ömürsüz oluyor.
İsterseniz, yakın tarihten size bir hikâye anlatayım, aslında hikâye değil gerçek. Hikâyenin ara yerlerinde ‘ya şimdi ne oluyor?’ sorusuna siz cevap vereceksiniz...
HİKÂYE ÖNCE MAĞDURİYETLE BAŞLAR
1918 Ekim’inde M. Kemal Paşa, genç ve neredeyse işsiz bir Osmanlı generaliydi. Saray’a yakınlaşarak politik güç elde etmek için bazı teşebbüslerde bulunmuş ama başaramamıştı. Hemen hemen ‘devre’ sayılabilecek kuşak ve meslektaşı Enver Paşa, hayatta onun olmak isteyip de olamadığı bir yeri temsil ediyordu. Mağlubiyet enkazının mağdurlarından biri de oydu ama siyasî sezgileri son derece yüksekti. Şansını iyi kullanarak Anadolu’da kongreler dönemini başlatıp demokratik liderlik basamaklarını tırmanmaya başladı; bu esnada Erzurum’da tutuklanması söz konusu olmuştu ve hakkında idam kararı bile çıkarılmıştı.
Bu hikâye size biraz tanıdık geliyor mu; şimdiki zamanı düşünün... Biraz sonra zihniniz daha aydınlanacak!
**LİYAKAT GİDER SADAKAT GELİR; **
HEP BÖYLE OLUR...
Kongreler dönemi M. Kemal Paşa’ya tam meşruluk veren bir Milli Meclis’in kuruluşuyla zirveye ulaştı. 1920-23 arasında görev yapan ‘Gazi Meclis’, yarısı işgal altındaki Anadolu’da o güne kadar görülmüş en demokratik, en çoğulcu, en renkli topluluktu. Meclis’te Ordu mensupları başta olmak üzere, İslâmcılar, millîciler, liberaller, Batıcılar, hatta Bolşevikler bile vardı. Milli Mücadele’yi bu Meclis yönetti. Ne var ki bu Meclis barışı yapamadı çünkü bir bahane ile seçim kararı alındı ve –tesâdüf bu ya- I. Meclis’te muhalif olarak tanınan bütün mebuslar yerlerini kaybettiler.
Mağduriyetle başlayan, ileri ve çoğulcu demokrasiyle yükselen ama siyasî durumu sağlamlaştırınca demokrat arkadaşlar yerine ‘sâdık adamlar’ı tercih eden bir yaklaşım...
Size bir şey hatırlatıyor mu? Devamı var...
MECLİS’TEKİ DÖVÜŞ HOROZLARI GÖREV BAŞINA
İstanbul hükûmeti artık yok hükmündeydi ve ipler Ankara’da M. Kemal Paşa’nın elindeydi. İlk iş olarak Lozan Antlaşması imzalandı ve Cumhuriyet rejimi ilan edildi; hatta bu esnada Kürtlere muhtariyet sözü verildiğini de belirtiyor güvenilir tarih kaynakları.
Yeni Meclis sâdıklardan müteşekkildi fakat aralarında her biri Milli Mücadele’de savaşmış paşalar rahat duracağa benzemiyordu. Onların muhalefeti rejimle ilgili değildi. M. Kemal Paşa’nın kendine bağlı bir tek adam rejimi kurmak niyetinde olduğundan şüpheleniyorlar ve yeni demokratik düzende onlar da iktidar için yarışmak istiyorlardı. Bu ‘masum’ talepler M. Kemal Paşa’yı tedirgin etti. Yeni muhalefet partisinin kuruluşunu endişeyle izledi ve partisinin Meclis’teki ‘dövüş horozları’nı, muhalifleri hırpalamaya yönlendirdi.
Zevkle yaptılar...
İKTİDAR, ESKİ ARKADAŞLIK KALDIRMAZ
Muhalif paşalar çok oluyordu ama onları etkisiz hale getirmek için yeni bir ‘tehdit konsepti’ lazımdı. “Yunan taraftarlığı” olmazdı, adamlar Cumhuriyet’e bile karşı değillerdi ve yeni partinin adını zaten Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası koymuşlardı. Ne komünistlerdi, ne de İslâmcı; bunlar muhafazakâr demokrat-liberal çizgide eski silâh arkadaşlarıydı ama iktidarın fazla arkadaşlık kaldırmadığını henüz pek bilmiyorlardı. Olsun öğreneceklerdi ve fena halde öğrendiler!
Derken aaa; Şeyh Sait İsyanı çıkıverdi. Gazi Paşa derhal ılımlı Fethi Paşa kabinesini Meclis’te hırpalattı. Yerine ‘şahinci’ siyaseti ve sadakati ile bilinen İsmet Paşa tayin edildi. İsmet Paşa hemen Takrir-i Sükûn Kanunu çıkararak, milletin uykuyla uyanıklık arasında birkaç yıl gördüğü o tatlı demokratik hürriyetler dönemine son verdi. TCF yöneticileri ve bu arada her devrin ilk kurbanı muhalif gazeteci takımı Şeyh Sait’e ilham ve cesaret vermek ithamıyla suçlandılar ve birkaç ay sonra partiyi kapatmak zorunda kaldılar. Muhalif gazete yayımlamak yasaktı; toplantı, dernek, ögütlenme vs. gibi haklar hep hükümet iznine tabiydi... Zira bütün toplum katmanları zaten Cumhuriyet Halk Fırkası’nda temsil ediliyordu; kalabalığa ve milletin aklını karıştırmaya gerek yoktu ki...
Nasıl, bir şeyler hatırlamaya başladınız değil mi?.. Devam edelim öyleyse...
BÖYLECE MEMLEKET GÜL GİBİ OLUR
Harp yıllarında İstiklâl Mahkemeleri asker kaçaklarını caydırmak için kurulmuştu ama yeni dönemde yeniden lâzım oldu. Avukatsız, temyizsiz ve hızlı çalışan bu mahkemeler en sâdık partili vekillerden oluşuyordu ve dersini almamakta direnen muhaliflerin haylicesi İzmir Suikastı davasında ipe çekildi; kalanı ise bir daha evden çıkamayacak derecede sindirildi ve pasifleştirildi. Memleket gül gibi olmuştu artık. Kürtler şiddetle tenkil edilmiş, Şapka Kanunu’nu takmayan bazı cahil ahalinin ödü patlatılmıştı. Artık geleceği kurmak zamanı gelmişti...
AYILANA MAHKEME, BAYILANA REFORM
Gazi Atatürk bütün topluma parti fikriyatını sevdirmek ve onları eğitmek için halkevlerini kurdu. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile zaten eğitim tektipleştirilmiş ve millici bir gençlik siyaseti hedef alınmıştı. Öğretmen okulları, hukuk ve mülkiye yeni dönemin yeni bürokratlarını, eğiticileri yetiştireceklerdi. Özellikle İstanbul Üniversitesi’nde bazı hocalar ‘inkılâbın hızına ayak uydurmakta zorlanınca’ küçük bir reformla kendilerini kapı dışında buldular. Reformun ne anlama geldiği anlaşılmıştı.
ORDU İLE UZLAŞMAK ESASTIR, YOKSA...
Atatürk, orduya her ‘tek adam’ gibi büyük önem veriyordu ve ordunun başına muhafazakârlığı ile bilinen Fevzi Paşa’yı getirerek denetimi altına almıştı. Milli Mücadele’deki silah arkadaşlarını etkisiz hale getirdikten sonra Ordu Fevzi Paşa’ya emanet edilmişti ve gerek Fevzi Paşa, gerekse ordu Gazi Paşa’ya hiç sıkıntı çıkarmadılar; tam bir sadakatle liderin ve rejimin emrinde bulundular.
...
Biliyorum şimdi bazılarınız, “ee biliyoruz zaten bunları; n’oolmuş yani?” diyeceklerdir. Biraz hayal gücünüzü, daha doğrusu aktüalite bilginizi harekete geçirseniz bazı benzerlikleri hemen fark edeceksiniz lakin söz burada bitmedi. Devamını inşallah nasipse haftaya bırakalım...