Taraftarlık ve dindarlık üzerine bir deneme

Ben, futbol fanatizmi gibi her nevi fanatizmin ve her abartılmış oyun gösterisinin dini duygusu zayıf insanlar tarafından sürüklendiğini ve keza bu gibi insanlar tarafından abartıldığını düşünüyorum.

Bir Galatasaraylı için bundan daha büyük kâbus düşünülemez; Fenerbahçe'nin 6—0'lık galibiyetiyle biten maç, ezelî rekabet tarihine silinmeyen harflerle yazıldı ve Fenerbahçeliler de yıllar boyunca Galatasaraylılarla dalga geçebilecekleri bir sohbet tutamağı kazanmış oldular.

6—0, maçın sportif sonucuydu ama maç, sporla ilgisi olmayan başka alanlarda da sonuçlar doğurdu. Tarafsız gözlemciler, bilet alarak stadyuma girdiği halde daha sonra otobüslere bindirilerek polis tarafından "tehlike mahalli"nden uzaklaştıran misafir takım seyircilerinin aslında hayatlarının kurtarıldığını ileri sürdüler. Maç boyunca devam eden çirkin tezahürat, rakip takımın futbolcularına değsin kasdıyla sahaya fırlatılan şeyler ve son derece çirkin anlamlar taşıyan pankartlar bu iddianın ciddiye alınması gerektiğini işaret ediyor. Bu satırlarla sadece Fenerbahçe seyircisini itham etmek istediğim anlamı çıkarılırsa üzülürüm; futbol tribünlerinde kurumlaşmaya başlayan ilkellik ve seviyesizlik, kulüp ve renk farkettirmeyen yaygın bir tehlike halini aldı.

Medenî dünyanın her yerinde barışa, dostluğa ve muhabbete vesile olan sportif rekabetlerin bizde yer yer derin düşmanlıklar biçiminde tecelli etmesi, ilk elde kültürsüzleşme ile izah olunabilir. Rekabetin düşmanlığa dönüşen şekli insanlık tarihi kadar eski; rekabetlerden dostça münasebetler üretilmesi ise karşılıklı gayret, fedâkarlık, anlayış, hoşgörü ve "humour" gerektiren bir medenî haslet. Medenî olandan geriye dönüş çok açık şekilde seviye kaybıdır ve biz bu günlerde böyle bir durumu yaşamaktayız. Tribün terörü diye adlandırılan bu tatsızlıkların bir günlük kararlı bir mesai neticesinde çok kat'i bir şekilde sona erdirilmesi pekâlâ mümkündür; ne yazık ki bu terörü, sadece tribün lumpenleri değil derece farkıyla yayılmak suretiyle kulüp yönetimleri, masum gibi taraftarlar ve özellikle spor basını da destekliyor. İlişkilerin nasıl işlediğini bütün ayrıntılarıyla bilmeme imkân yok fakat her kulübün "profesyonel seyirci" diyebileceğimiz ve sayısı yüzlerle ifade edilebilecek bir serseri topluluğunu finanse ettiğini, onlara kendi stadyumlarına rahatça giriş çıkış imtiyazı tanıdığını, her maçta binli rakamlarla ifade edilen miktarda bedava bilet verdiklerini ve en fenası taraftarlarla polis ve adliye arasında çıkan ihtilaflarda koruyucu tavır takındıklarını bilmeyen kalmadı.

Profesyonel seyirciler eskiden olduğu gibi örgütsüz ve amatör ruhla faaliyet gösteren birer grup olmaktan çıktılar; örgütlendiler; spor basını üzerinde etkileme gücü kazandılar ve herbirinin internet siteleri var. Bu topluluklar, A veya B kulübünün çıplak güce başvurmak ihtiyacını duyduğu anlarda vatani hizmet tertibinden hizmet vermekten de çekinmiyorlar. Bu grupların desteksiz ve himayesiz bırakılması çok net bir şekilde kulüp yöneticilerinin arzusuna bağlıdır; maddi gelirden mahrum bırakıldıkları gün sayıca ve etki itibariyle dikkate alınmayacak kadar ufalacakları da gayet açıktır.

Futbolda vahşi kapitalizm ve rekabet

Rekabetin karşılıklı gaddarlık ve ölçüsüz şiddet kullanımına dönüştürülmesi, vahşi kapitalizmin tabiatına uygundur. Günümüzde bilanço planında tabiatından gelen vahşet hissiyle hareket etse bile, toplumsal değerler, Kapitalizmin kravat ve temiz tırnaklarla arz—ı endam etmesini gerekli kılıyor. Muhtemelen sonu sınırlı çapta taraftar katliamıyla nihayete erecek trajik birkaç vakadan sonra ülkemizde tribün teröristlerinin bir günde sindirileceğini tahmin edebiliriz; oysa ki sağduyu, çok daha önceden tedbir almayı gerektirir. Küçük çaplı bir katliamı bekledikten sonra tedbir cihetine gitmenin medenilikle ilgisi yok.

Bu satırlar kaleme alınırken, polis tarafından gözaltına alınan futbol teröristlerinin tamamı mahkeme tarafından serbest bırakılmış bulunuyordu. Yargı kararlarının eleştirilmesi hoş değildir fakat ortada kovuşturulmaya değer bir eylem görülmemesi, şu basit sarmalın nasıl işlediğini gösteriyor zaten.

Futbol kulüpleri ve futbol basını aslında olmayan fakat para ve güç cinsinden sonuçlar doğurabildiği için gerçekmiş zannedilen bir dünyada yaşıyorlar; bu dünyanın gerçekliğine inanmak isteyenlerin hep bir araya gelip iman tazelemeleri ile varedilen bir dünya bu. Geriye doğru iğneyle kuyu kazınarak inşa edilmiş mikro tarihler, abartılı taraftar rakamları, "en büyük camia biziz" havaları, "bizim takım için şampiyonluktan başka her sonuç başarısızlıktır" şapşallıkları ve ardından "bileğimi kesseniz kanım falan—filan renklerde akar" ahmaklıkları ile bunca hurafeyi dini bir misyonu yerine getirircesine besleyip duran yarım akıllı bir futbol medyası. Her gazetenin en az dörtte biri, bu kabil saçmalıkları ve efsaneleri tekrarlayıp durarak futbol dinine mürid kazandıran sayfalarla kaplanmıştır, ister istemez âşina olur, ilgilenirsiniz.

Din psikolojisi bakımından taraftarlık meselesi

Ben futbolu severim, okuyucularım takım tuttuğumu da bilirler, ara sıra futboldan bahseden yazılar yazmaya da bayılırım fakat beslediğim bunca sempati, beni fanatik bir taraftar haline getirmiyor. Fanatizm, tek kelimeyle hakikatin vicdanda tecavüze uğramasıdır; önceden tarif edilmiş sevgileri ve bağlılıkları yüceltmek uğruna realitenin inkârıdır. Vicdanının ve akli melekelerinin bütün katmanlarında takım renklerinden müteşekkil barikatler barındıran birisi ile (Galatasaraylı olsa bile) hiç bir müştereğim olamaz.

İnsanlık müşterek değerlerden oluşuyor; hakkaniyet hissi (nasfet) bunların başında gelir; taraftarlığın, hakkaniyet hissini iptal edecek derece körüklenmesi ve bir kesin inançlılar güruhu teşkiline gayret gösterilmesi insanın kanını donduruyor. İşte tam bu noktada insanlığın ortak değerlerini savunmak şarttır. Futbol bir oyundur ve her oyun gibi gerektiği ölçüde ciddiye alınması şarttır. Bir oyunu gerektiği derecede ciddiye almayı bilmek medenî ve insânî bir haslettir ve kat'iyyen oyunla ilgisi yoktur. Esasen hayat içiçe geçmiş bir oyunlar dizisinden müteşekkil bir labirente benzetilebilir. Meselâ aile hayatı bir oyundur; evlat sevgisi, eğitim hayatı, politika, sanat bir oyun; herbirini gerektiği derecede ciddiye almak zorundayız; oyunlarla sınanmaktayız çünkü. Oyunla öğreniriz; sportif rekabetler bize centilmenliği öğretir, empatiyi geliştirir, meselelerin karşı tarafın penceresinden nasıl göründüğünü anlamaya yarar. Tadında bırakılmayan ve gayesinden taşan her oyun ise helâke sebep olur. Bu noktada oyunun büyüğü küçüğü yok; ifrat ifrattır çünkü. Nereden nereye diyeceksiniz belki; oyunun tadını çıkarabilmek ve oyuna katılmak için oyunun oyun olduğunu farketmek lazım. Ben, futbol fanatizmi gibi her nevi fanatizmin ve her abartılmış oyun gösterisinin dini duygusu zayıf insanlar tarafından sürüklendiğini ve keza bu gibi insanlar tarafından abartıldığını düşünüyorum. Dindarlık, en büyük oyunu tasavvur eden ve kurgulayan merciin farkında olmaktır bir bakıma; oyun içindeki oyunu ve oyunları görenler, oyundan tad almasını bilen fakat onu asla gerçeğin kendisiyle değiştirmeye rıza göstermeyenlerdir. Türk kültüründe çok iyi bilinen "yalan dünya" kavramı, aslında bu oyun teorisini ne güzel ifade ediyor.

AKLINIZDA BULUNSUN: ÜÇ KİTAP

İlki, aziz hemşehrim yazar Ergun Göze'nin, Boğaziçi Yayınları arasında yayınlanan nefis bir tercümesi: "Diktatörler Yüzyılı". Eser Arthur Conte tarafından 1984'de yayınlanmış. Sayın Göze, kitabın, yine kendisi tarafından tercüme edilen, Michel Winock'un "Aydınlar Yüzyılı" ile birlikte okunmasını tavsiye ediyor; böylece XX yüzyılın aslına sadık bir siyasi fotoğrafını alabilmek mümkün olacak. Zahmetli ama değer. Keşke bir isim indeksi eklenebilseydi. Diktatörler Yüzyılı'nın önsözünü okurken zihnim kendiliğinden muzır mukayeselere kayıverdi; bakalım sizlerde de aynı tesiri yapacak mı?

(www.bogaziciyayin. com)

İkinci Kitap tam bir "Kitabevi" klasiği; bu yayınevi, sanki Rolls Royce veya Ferrari firması gibi meraklısına özel karakterde neşriyatta bulunuyor. Sadri Sema'nın ellili yıllarda Vakit gazetesinde tefrika edilen İstanbul'a dair hatıralarını biraraya getiren "Eski İstanbul Hatıraları" işte böyle bir kitap. Saray mutfağından çıkmış bir tatlı gibi sanki, hercai zevklerin kolay lezzet bulamayacağı cinsten mutena bir kitap. Ali Şükrü Çoruk tarafından ilmi kriterlere uygun tarzda hazırlanan bu eseri yine bir hemşehrim, yani Mehmet Varış yayınladığı için iftihar duyuyorum.

Üçüncü eser, "Kitabevi"nin eski bir ramazan geleneğini ihyâ için "dişkirası" dizisinden yayınlanan bir kültür abidesi: "Yemek Kitabı". M. Sabri Koz tarafından hazırlanan bu çalışma, sıradan bir yemek kitabından çok farklı; tarih, halkbilim ve edebiyatın kesiştiği noktadan hareketle Türk mutfak kültürüne bir müstesna bakış. (Kitabevi tel: 0212 512 43 28) SÖZ:

"İnsan o kadar acı çeker ki, tüm canlılar içinde yalnız o, gülmeyi icat etmek zorunda kalmıştır."

Nietzsche


Kaynak (Arşiv)