Taraftarlığını aç; içine bak!

Sarsıntı ağır, darbe şiddetli, şaşkınlık ve acı had safhada.

Şike soruşturması sürecinde yaşananlar, taraftarlık hallerini ayrıştırıp görünür hale getirdi. Yıllardır saçma-sapan sloganlarla şımartılan taraftarlık duygusunun duvara çarptığı dramatik bir ânı yaşıyoruz. İncelemenin tam vaktidir; tabii "taraftar"ı ve tarafları incitmeden, şu demlerde ayyûka çıkmış isyan ve haksızlığa uğramışlık hâletini kışkırtmadan.

Bir gün tramvayda koluna bileğinden dirseğine kadar bir ibâre dövdürmüş bir genç gördüm. İbâreyi çok merak ettim, uzaktı, kalabalıktı okuyamadım. Deri altına yapılan dövmenin bir ömür boyu orada kalacağını hesaplayarak, bir insanın kolunda hayatı boyunca taşıyabileceği kelimelerin ne olabileceğini çok merak ettim. Futbol taraftarlığı böyle bir şeydir; onu bir ömür boyu taşırken bağlılığınızı asla değiştirmeyeceğinize inanırsınız. Kilit kelime inanmaktır ve taraftarlığın en köküne kadar inildiğinde orada inançtan başka bir şey olmadığını görürüz. Futbol takımları bize aklî verilerle değerlendirebileceğimiz kimlikler sunmuyor; ne bir hayat tarzı, ne bir kültür, ne bir sınıf şuuru ve ne de bir karakter... İrrasyonel başlangıç tutamaklarını zamanla kimliğimizin ve karakterimizin bir parçası sayıp taraftar oluyoruz. Taraftarlık, pek az kişiye, hayatın sair alanlarında da kullanabileceğimiz moral değerler kazandırabiliyor; bunun haricinde galibiyete, başarıya, üstünlüğe tapınan tehlikeli ve yanlış bir davranış biçimine zorluyor. Taraftarlıkla kazandığımız moral değerler, aile ve iş hayatımızda işe yaramıyor; tutarsız ve tehlikelidir. Taraftarlığı vicdanımızda hususi bir paranteze koyarken riyâya bulanıyoruz.

En fanatik olanına bile sorsanız taraftarlığın "din" olmadığını söyler. Din değilse nedir? Hatâdan, zaaftan ve kusurdan arınmış, müteâl, müberrâ, mücellâ bir kurumdan bahsettiğimiz her yerde dinden söz ediyoruz demektir. "Şahıslar hata yapmış olabilir fakat şu mübârek müesseseye asla toz kondurulmamalıdır" müdafaasında sağlık işareti görmem; göreni de hoş görmem kendimce. Kurumların, kendilerini oluşturan ve işleten kişilerden ayrı ve müstağnî bir ruhu yok; devletin de, futbol takımlarının da. Ruh, üst değerlerdedir; dünün dünyasında devletlerin üst değeri "adl" idi, bugün aynı kavramı detaylandıran "hukuk-ı beşer" aynı ihtiyacı karşılıyor. Senin üst değerin nedir? Üst değere mi bağlısın, kuruma mı? Kurum çıkarlarıyla üst değerler çatıştığında yerin neresi? Hakkaniyetle menfaat, alın teri ve emekle galebe hissi çatıştığında tercihin ne; kendine sor ve yap tercihi...

"Darağacında da olsak haykıracağımız son söz filan takımdır" lâfı ağır lâf; ben böyle bir cümleyi, amblemi, işareti koluma dövme ile kazdırmam, söylemem. Hiçbir futbol takımı, hiçbir sosyal kurum, hiçbir kul icadı yapı, hayatımın en yüksek, en geçerli, en sarsılmaz rüknünü teşkil edemez, etmemelidir, eğer varsa öyle bir şey, o, uğruna bir ömür ve ondan daha fazlasını adayabileceğimiz bir değer olmalıdır.

Öncelikler listesi bir futbol takımı ile başlıyorsa, o dizinin gerisi merak edilmez.

İnfial, ürküntü, tedirginlik ve üzüntü anlaşılır; hele "Trafik suçu işleyen sadece ben miyim; niçin sadece bana ceza kesiliyor?" isyanı da anlaşılır fakat ötedenberi beslenmiş ve geliştirilmiş bir "düşmanlık" edebiyatının kuytuluğuna sığınarak elmayla armutları karıştırmak hoş görülmez.

Herkes kendi taraftarlığını -ki o her neyse- sorgulasın; açıp içine baksın, ne idüğüne dikkat kesilsin. Kişiye analiz melekesi böyle demlerde lâzım. İnsanın kendi derûnunu aydınlatmaktan âciz bir tahlil kabiliyetinin değeri yok. İnsânî kaliteyle ilgili bir şeyden bahsetmeye çalışıyorum.

Takım tutmanın naif, kabul edilebilir bir tarafı var şüphesiz ama taraftarlık gayreti hakikati incitmemeli.


Kaynak (Arşiv)