Tabiat tarihi müzesi!

"Komünizmle mücadele" bir efsane miydi? Ali Bulaç, perşembe günkü "Arka Plan"ında "Türkiye'de komünizm tehlike oldu mu?" başlıklı yazıyla bu konuyu hayli soğukkanlı ve vukuflu bir yaklaşımla ele almış; ezcümle diyor ki, Türkiye'de komünizmin sosyolojik bir zemine istinad etmesi imkansızdı, üstelik bu ihtimal reelpolitik nokta-i nazarında da imkansızdı, ancak komünizm propagandası ile genç zihinlerin materyalistleştirilmesi yoluyla totaliter ve baskıcı uygulamalara destek sağlaması ciddi bir tehlikeydi.

Artık Moskova'da bile şöyle doğru-dürüst komünist kalmadığı hatırlanacak olursa Ali Bulaç'ın bu tahliline hak vermek gerekiyor; ama bir cümlesi var ki, bana o günlerin zihni iklimini yeniden değerlendirmek için "kilit anlam"larla yüklü göründü: "...bu satırların yazarı hayatında hiçbir zaman komünist bir tehlikeyi ciddiye almadı ve 'komünizme karşı mücadele'ye bir enerji kaybından öte bir değer yüklemedi". Meseleye Türkiye'nin Sovyet tarzı bir komünist rejime tabi olması açısından yaklaşılınca bu hükmü doğru, bu hükmün sahibini de haklı görmek mümkün; ne var ki aradan 25 yıl geçtikten sonra varılan bu kanaat, 25 yıl önce tedhişi sokağa, mahalleye hatta "banliyö trenlerine" kadar yaygınlaştıran solun, "gerillacılık" heveslerini gözden nihan etmeye yetmiyor. Komünizmin 25 yıl önce Türkiye'ye hükümran olması sosyolojik ve politik açıdan imkansızdı; ama Türkiye, bu "imal-i fikr" uğruna binlerce gencini ve on yılını kaybetti. Kaldı ki, Ali Bulaç'ın da teşhis ettiği gibi karşı çıkmak için enerji kaybına değmeyen bu tehlike, rejimi değiştirmeye muvaffak olamasa bile Türkiye'de totaliter ve baskıcı zihniyetin aydınlar ve gençler katında ciddi ölçülerde zemin bulmasına sebep olduğu gibi Türkiye'de adamakıllı bir "yerli sol" siyaset geleneğinin teşekkülünü de engelledi.

Türkiye'yi bir "Sovyet" haline getirmek rüyası bugünden bakılınca çocukça görünüyor; "komünizmle mücadele" derneklerinin gariban çatılarında bir araya gelen taşralıların bir şeylerle mücadele etmek için, ilhamını nereden aldığı meşkuk heyecanlarla kendilerini muvazzaf görmelerindeki safdillik belki iç burkuyor; ama 25 yıl önce bu memleketin sokağındaki en cari problem, ilk isteka vuruşunu yapmak şerefini sol şehir gerillalarına teslim etmek zorunda olduğumuz "tedhiş" meselesiydi ve can güvenliği, bütün ömrünce politize olmamış sıradan insanları bile tehdit edecek yaygınlığa varmıştı. Bu tehditten etkilenen topluluklar, komünizmin kendisi ile endirekt etkileri arasında tefrik yapabilecek zihin selametinden ve zamandan mahrumdular. Dolayısıyla komünizm tehlikesini ciddiye almamak, 25 yıl önce hissedilebilecek türde olmaktan ziyade, aradan hayli zaman geçmesiyle tahlili mümkün bir vakıa olarak görünüyor.

Tarihçilerin "zaman"ı kavrayış biçimi, ferdi anlayışta "sabır" kavramına çok yaklaşır; "Sabırla koruk helva olur / Dut yaprağı atlas-ı ziba" deyişindeki mana, bir tarih araştırmacısının zihninde tarihi olgu ile, o olgunun değerlendirilmesi arasında geçmesi "gerekli" zamandan başka bir şey değildir. Frenkler, "Yağmurda ağlayanla gülen fark edilmez" diyorlar. 12 Eylül'den sonra yaşadığımız 20 senelik müddet, bugün o dönem hakkında daha soğukkanlı ve daha ilmi yaklaşımlarda bulunmaya imkan veriyor; çünkü ilmi vetirenin temel unsurlarından birini teşkil eden "ayrıştırma" ameliyesi, tarihle ilgili bir meselede ancak zaman unsuru yardımıyla imkan kabiline giriyor. Şimdiki zamanın içinde yaşarken şimdiki zamana ait meseleleri tartmakta zorlanmamız pek tabiidir; ama tarih analizi, öyle girift suallerle meydan okuyor ki, çoğu kere aradan "hayli zaman"ın geçmiş olması da yetmeyebiliyor.

Komünizm Türkiye'de rejimi teslim alamadı; ama Ali Bulaç'ın teşhis ettiği gibi pek çok zihni totaliterleştirerek ta bugünlere damgasını vurdu. Türkiye'de zihni coğrafyanın zaman zaman bir tabiat tarihi müzesi gibi görünmesi boşuna değil.


Kaynak (Arşiv)