Taassubun ayak sesleri...
Charlie Hebdo hadisesi ve ardından Cumhuriyet Gazetesi üzerinden yoğunlaşan, “Dinimize sövdürmeyiz” edebiyatı, açık söyleyim, beni çok endişelendirdi.
Şunu farkettim ki kitlevî taassubun uyandırılması için birkaç ucuz tahrik kâfi iken sulh ve itidalin yerleşmesi için çok daha fazla zaman ve emek lâzım. Yapmakla yıkmak arasındaki fark gibi; yapmak zor ve zahmetli bir süreçtir; fedâkarlık, bilgi, kaynak, maharet, sabır ve iyiniyet gerektirir; yıkmak için basit ve kör bir darbe yetiyor.
Basın hürriyetini savunmakla, mukaddesata yapılan saygıyı kınamak normal zekâya sahip herkes için kolayca birbirinden tefrik edilecek iki farklı hâdise. Bir yıldan beri paralelci, haşhaşi, devlet düşmanı, vatan haini gibi hakaretler tutmamıştı fakat “İşte bunlar, Peygamber Efendimiz’e hakaret edenlerle kol kola girdiler” anafikri etrafında yeni lânet kampanyası, kutuplaştırma üstâdlarının imdâdına yetişmiş görünüyor.
Bu siyasi bir mesele değil; dini bir hassasiyet. İnsanların hiç bedel ödemeden ediniverdikleri dini hamiyet duygularına hitab eden ve kitlelere kolayca bulaştırılabilen yeni bir “Vurun Kahpeye” kampanyası başlatılıyor. Böyle kampanyaların linç anlarına canla-başla katılanlar her zaman çıkar. Ömrü boyunca dinleri için bir kediye su bile vermemiş olanlar, icabında mahallenin nâmusu, hainlerin sallandırılması veya dine hakaret edenleri cezalandırmak için birkaç dakikalığına olsun seve seve cellâtlığa gönüllü yazılabilirler. Bütün kitle olaylarında aynı mekanizma işler ve ruhunu kitlenin ruhuna ulamış olanlar, yaptıklarının sorumluluğunu hatırlamazlar bile.
Türkiye iyi yönetilmiyor ve iktidar, bir türlü yüzleşip hesabını veremediği ağır bir iddianın altında ezilmiş olmanın verdiği çâresizlikle doğru, haklı ve âdil olup olmadığına bakmaksızın önüne çıkan her vesileye sarılmaya mecbur görüntüsü veriyor. Yaşadığımız coğrafya, bütün etrafımız insanın kanını donduran dini taassub örnekleriyle dolu ve bu taassubun içeriye yayılmaması için dua ederken, karanlık bazı çevrelerin bu defa “Vurun kahpeye” çağrılarına başlaması hiç hayra alâmet değil. Bu manidar sinyallerin ardından toplu infaz gösterilerinin başlamasından endişeliyim.
Türkiye’de iki Müslüman topluluğun arasında hakemlik yapabilecek bir üçüncü mutedil heyet kalmadı; hepsi itina ile kutuplaştırıldı ve birbirine düşman mevzilere itildi. Sağduyuyu temsil edecek kimse yok. Fitne zamanlarında ‘kamu düzeni’ni sağlamakla sorumlu devlet otoritesi hızla partileştiriliyor; hukukun kolu-kanadı kırıldı. Muhtemel bir çılgınlığın fren tertibatı boşalmış durumda; kaldı ki bu çılgınlığı tetikleyebilme kapasitesine sahip karanlık odaklar yarı resmi himâye ve siyânet altında bulunuyorlar.
Güneydoğumuzdan hayırhah haberler gelmiyor; barışla sonuçlanmasını beklediğimiz süreç, korkarım ki artık devlette bile kimsenin ucunu hesab edemediği karanlık ve belirsiz bir seyre doğru gidiyor. Görüşmelerin siyasi çıkar için sürüncemede bırakılması, son tahlilde hükümete manevra sahası bırakmadı. Olanlara siyâsetle vaziyet etme imkânı bulamayan güçlü irâde ise halkın gündemini, kostümlü müsamere provalarıyla doldurarak derindeki sıkıntıları görünmezleştirmek derdinde.
Bu daralmışlığa, birilerinin dini taassubunu galeyana getirerek zuhur edecek histerik intikam sahneleri çare olabilir mi; elbette olmaz ama böyle şiddetli kriz zamanları, halkı sahici gündeminden uzaklaştırmakta ve iki düşman safa ayrılıp birbirine karşı kışkırtılmakta işe yarar.
Hükümet, ya bile bile veya mecburen ağır bir sorumluluğun altına giriyor; sorumlulukları ağır ve büyük. Gitgide büyüyen taassup tehlikesini ancak onların bâsireti engelleyebilir. Vaktiyle hatırlatmış olalım.