Suriye Notları: "Suriye'den din ve devlet beraberdir fakat biz laik (i'lmânî) bir ülkeyiz"

Çocukluğumda ve gençliğimde Suriye kelimesi, zihnimde iki şeyi çağrıştırırdı; bunlardan ilki "kaçak ve kaçakçı" kelimeleridir. "Suriye'den kaçakçılar getirmiş" diye sözü edilen çay, porselen, çay, tütün, tekstil mâmulü gibi malların bizde ne gibi bir câzibesi olabilirdi ki? Bu sorunun cevabı, o yıllarda kendine yeterlilik siyaseti izlemeye çalışan Türkiye'nin üretim ve yönetim yetersizliğinde aranmalıdır.

İkinci kelime, ilkiyle bağlantılı: "Kaçakçı". Gazetelerde ara sıra, hudutda mayınlı bölgeden kaçak mal geçirmeye çalışan insanların jandarma çatışmasında veya mayına basarak ölüp sakat kaldığına dair haberler görürdük. Daha sonradan Türkiye Suriye sınırının dünyanın en uzun mayın tarlası olduğunu öğrendiğimizde şaşırmıştık; bu şaşkınlık, yakın yıllarda başka bir sûretle devam etti. Yüzlerce metre enindeki verimli tarım arazilerini mayınlarken, günün birinde bölgenin mayınlardan temizlenebileceği ihtimalini hesaba katmamıştık galiba, çünkü elimizde bir mayın haritası yoktu ve arazinin mayından temizlenmesi için ayrıca bütçeye para koymak gerekecekti.

Sahi niçin mayınlanmıştı o milyonlarca dönüm arazi? Suriye bu kadar tehlikeli ve saldırgan bir düşman mıydı; eğer öyleyse 50'li yıllarda niçin sıkça sınırda askeri manevra düzenleyip asker yığarak Suriye'deki iktidar denklemine müdahele etmiştik?

Yıllar sonra Lazkiye şehri civarında yaşayan Bayırbucak Türkleri'nden genç bir delikanlı ile sıkı arkadaş olunca Suriye hakkında daha sahici ve içerden bilgiler edinme fırsatım olmuştu. Yetmişli yıllardı ve Hafız Esad Baas rejimini oturtmak için elindeki tek enstrümanı, yani çıplak gücü kullanıyordu. Sıkı bir kontrol ve nefes aldırmaz bir baskı yüzünden standart veya sıradan bir Suriyelinin neler düşündüğünü, nasıl yaşadığını öğrenmek mümkün olmuyordu. 1982 Yılındaki fecî Hama katliamının yakıcı izlerinin ardından Suriye'nin, birinci karın ağrımız bölücü terörüne "yardım ve yataklık" yapıcı yaklaşımı, zihnimizdeki Suriye ve Suriyeli imajını gri katmanlar arasında görünmez hale getirdi.

Sözü uzatmayalım: Suriye'nin önemi ticari kuruluşlarından Mas Grub'un Türk gazetecileri ve işadamlarına yönelik davetine icabetim, zihnimdeki gri intibaları açıp içine bakmak fırsatı doğurdu. Üç günlük ziyaret esnasında görüp yaşadıklarımla sahih bir Suriye resmi çizemeyeceğimi peşinen belirterek gördüklerimi sizlerle paylaşmak istedim.

GAZETECİLER PEYGAMBERLERİN VÂRİSLERİ OLABİLİR Mİ?

"Suriye'de din ve devlet beraberdir, fakat biz "İ'lmânî (laik) bir ülkeyiz."

Geniş ve aydınlık salonun odak merkezinde oturan beyaz sarıklı, şık siyah latalı ve gülümser ve genç yüzlü adam, kendisine yöneltilen, "Suriye'de din adamlarının devletle ilişkisi nedir ve nasıldır?" sorusuna böyle cevap veriyordu. Arapça'nın yeni kelime türetme kabiliyetiyle türetilen İ'lmânî kavramı "İlm" kökünden geliyor ve "meselelere bilimin aydınlattığı bakış açısı" ile bakmak anlamında kullanılıyor. Bir mânâda bizdeki Pozitivizm kavramına benzeyen bu kavram, Arap dünyasında batılı laikliğin ve Sosyalizm'in nasıl anlaşıldığı göstermesi bakımından anahtar görevi üstlenebilir. Suriye Müftüsü Dr. Ahmed Bedreddin Hassun, bir kamu görevlisi olarak rejimin İslâm ve Sosyalizm'le ilişkini ilginç bir yaklaşımla izah ediyor; "Dünyevi işlerde Sosyalizm'in kıymetini takdir ediyoruz fakat ruhumuzun ihtiyaçlarına İslâm cevap veriyor."

[caption id="attachment_3545" align="alignright" width="300" caption="Suriye Müftüsü sempatik tavırları, fasih konuşması ve dostça davranışları ile gezi toplululuğunun en çok dikkatini çeken kişiydi. Basın toplanıtsınının sonunda herkese birer tesbih hediye ederek güzel bir jestte bulundu."][/caption]

Kitâbî ve fasih Arapçanın etkileyici retoriği ile konuşan Suriye Müftüsü, sempatik görünüşü ve daima gülümseyen çehresi ile bize çelişki gibi görünen durumu izah ederken, değişim için büyük azim gösteren yeni Suriye'nin güçlü ve zayıf yönlerine de dikkat çekmiş oluyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde Halep ticaret Odası'nın Miraç Oteli'nde verdiği yemeğe de katılarak bir konuşma yapan Suriye Müftüsü ilginç mesajlar vermeye devam etti ve salondaki gazetecilere şöyle bir soru yöneltti,

-Gazetecilerin piri kimdir?

Herkes birbirine bakarak cevabı düşünmeye çalışırken Müftü Dr. Hassun sözlerine yöyle devam etti, "Gazetecilerin piri, elbette Allah'ın elçileridir; çünkü onlar beşeriyeti Allah'ın emirlerini öğretmek için bilgilendiren ilk aracılardır. Böylece gazeteciler doğruyu ve Hakkı yansıtırlarsa Peygamberlerin vârisleri olurlar; güçlerini halkı yanıltmaya yönlendirenler ile ancak İblis'in vârisidir."

Bu cümleden sonra lokantadaki Türk basın mensupları, birbirlerine muzip ve mânidar bir tebessümle bakarak basınımızda kimlerin İblis sayılabileceğine dair kaş-göz spekülasyonları yapmaya başlayınca, Dr. Hassun'un etkili bir değerlendirme yaptığı belli oldu. Suriye Müftüsü'nün haberleşme ahlâkı üzerinde bu derece etkili teşbihlerle durmasının sebebi, Suriye'nin geçirmekte olduğu güçlü değişim sürecinin ve irâdesinin (Rahmetli Özal'ın bunu "transformasyon" diye nitelediğini hatırlayacaksınız), Türkiye'de ve dünyada iyi ve doğru anlaşılması ve bu suretle Suriye'nin destek kazanmasının ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktı. Suriye bu noktada haklı olarak iki şeyi taleb ediyor: İlki, Suriye hakkında dış basında yeterli bilgi ve haber yer alması, ikincisi ise bu bilgi-haberin aslına sâdık, yani doğru olması.

Türkiye'nin dışardaki imajından yakınan biz Türkler, Suriye'nin şikâyetini en iyi anlayacak toplumların başında geliyoruz.

"BİZİM OTUZ YIL ÖNCEKİ HALİMİZ..."

Suriye 19 milyon nüfusa sahip; halkının % 15'i Hristiyan. 65 yaş üstündekilerin genel nüfusa oranı % 4 civarında; nüfusu genç. Yaklaşık 5 milyonluk sâkini ile Dımışk, (Batı dillerinde "Damascus", Türkçe'de ise sadece şehri değil bölgeyi de kapsayan bir kelime olarak "Şam" tercih ediliyor), "misk gibi kokan" anlamına geliyormuş. Şehir içinde kısacık bir gezinti bile Şam'ın aslında hayli çetin altyapı problemleriyle yüzyüze olduğunu anlatıyor. Bana öğrencilik yıllarımdaki Ankara'nın kıyı semtlerini hatırlatan bu kanaatimin, daha sonra bir Türk işadamının tasvirinde şöyle doğrulandığını duydum: "Sana durumu şöyle özetleyim" diyordu, "Burası bizim otuz yıl önceki halimiz!"

Aynı toplantıda konuşan Halep Başkonsolosumuz Ali Kemal Aydın da aynı konuya işaret etmek ihtiyacını hissediyordu: Suriye ile Türkiye arasındaki ilişkiler olumlu yönde gelişmektedir; sıkça tekrarlanan bu vurgu, ilişilerin yakın zamana kadar nasıl "nâhoş" seviyede yürüdüğünü imâ ediyor ve kötü gidişatın düzelmeye başlaması her iki tarafta iyimserlik uyandırıyor. ­ Ali Kemal Aydın, sadece geçen yıl Türkiye'nin Halep Başkonsolosluğundan 100 bin civarında Türkiye vizesi verildiğini, geçtiğimiz Kurban bayramında ise her iki taraftan toplam 68 bin kişinin sınırda vizesiz karşılıklı giriş-çıkış yaptığını belirtti. Suriye'nin ikinci büyük şehri Halep'e THY, Aralık ayı başından beri hergün muntazam sefer koymuş bulunuyor; bir ölçü olması için belirteyim ki, sabaha karşı 4.30'da hareket eden 200 küsür kişilik uçakta boş yer bulunmuyordu.

VİP SALONUNU TAVSİYE ETMEM; ALIŞKANLIK YAPABİLİR!

Üç gün üç gece süren Suriye seyahatimiz, muhtelif sektörlerde faaliyet gösteren "Mas Group" isimli şirketler topluluğunun başkanı Firas Tlas'ın daveti üzerine gerçekleşti. Ziyaret süresince Şam Üniversitesi'nin Tarih Doçentlerinden Dr. Mehmet Yuva, 50 kişiyi aşkın Türk gazeteci ve işadamı topluluğuna rehberlik ve tercümanlık yapmak nezaketini gösterdi. "Böyle geniş kapsamlı bir davetin sebebi nedir?" sorusuna ise hep aynı cevabı aldık: "Türkiye ile Suriye arasındaki güzel ilişkileri geliştirmek, Türk kamuoyunu Suriye hakkında doğru ve etraflı bir surette bilgilendirmek."

Doğruyu teslim etmek gerekirse Suriye'ye ayak bastığımız dakikadan itibaren, ancak diplomatlara veya önemli ziyaretçilere gösterilen ilgi ve itibarla karşılaşınca nâm-ı hesabıma şaşırdığımı ifade etmeliyim; meselâ uçağın VİP salonu kapısına kadar yanaşmasından sonra Türkiye'den gelen misafirlerin doğrudan salona alınması, 15 dakikalık hoşgeldiniz sohbeti ve çay ikramının ardından sıkıcı işlem basamaklarından geçmek yerine doğrudan otobüslere bindirilerek Şam'ın en güzel otellerinden birine intikal ettirilmesi, şahsen benim alışık olmadığım bir protokolu aksettiriyordu.

TÜRK TOPLULUĞUNUN "AŞÛREVÎ" KOMPOZİSYONU

Şam'a akşamın ilk saatlerinde indikten sonra muhtelif gruplar halinde çeşitli lokantalara intikal ettirildik. Otel odalarına bırakılan ziyaret programında 6 farklı lokantadan birini seçebileceğimiz belirtilmişti. Bu tercih bolluğunun sebebini daha sonra öğrendik; meğer Türk heyetinin farklı meşrepte insanlardan müteşekkil olduğunu düşünen ev sahiplerimiz böyle bir düzenlemeye gitmişler ve yemekte içki içmek isteyenlerle içkisiz bir lokantada karnını doyurmak isteyenleri böylelikle daha rahat ettirebileceklerini düşünmüşler.

Yeri gelmişken aralarında bulunduğum Türk heyetinin yapısından da bahsetmem gerekiyor; topluluğumuz genel hatlarıyla ve kısaca iki gruba ayrılıyordu: Akşam yemeğinde içki içenler ve içmeyenler. Akşam yemeğinde içkiyi tercih edenler, Türk Basını'nda genellikle "Ulusalcı, Kemalist, Aydınlanmacı" diye bilinen insanlardan müteşekkildi; ötekiler ise benim de aralarında bulunduğum topluluktu. Türk heyetinin teşkil ettiği ilginç kompozisyon, üç gün boyunca pek az kaynaşmaya ve karşılıklı sohbete sebep olabildi. Ev sahiplerine hissettirmemeye çalıştığımız bu garipliğin, gezinin yegâne tuhaf unsuru olduğunu belirtmeliyim.

SURİYE'DE KONYALI BİR AZİZE: SAİNT TAKLA

[caption id="attachment_3547" align="alignright" width="225" caption="Saint Takla manastırının bulunduğu bölge ilginç bir yerleşim anlayışına sahip; küçük taşlarla yapılmış asma ev fantastik mimarlığı ile dikkat çekiyor."][/caption]

18 Aralık Perşembe günümüz, kâmilen Suriye'deki çok önemli ve ilginç iki antik Hristiyan Kilisesi'nin ziyaretine tahsis edilmişti. Önce Şam'a 30 km mesafedeki Maa'lula mevkiindeki Saint Serge-Bacchus Kilisesini, akabinde hemen o civardaki Azize Takla adına yapılmış bir IV. Yüzyıl Hristiyan Manastırını ziyaret ettik. Maa'lula'daki Kilise, Hazreti İsa (A.S)'nın ana dili Aramice'nin konuşulduğu 4 beldeden biri olmak özelliğine sahipti ve kilisenin rahibi, topluluğumuza hitaben Arami dilinde kısa bir dua okuyarak nazik bir cemîlede bulundu. Bu kilise, vaktiyle Hazreti Peygamber'in hayatını anlatan Siyer kitaplarından hatırladığımız Benî Gassan Kabilesi'ne mensup insanlar tarafından kurulmuş ve ilk dini ritüelleri arasında –aynen müslümanların yaptığı gibi- kurban kesmek de bulunmakta imiş fakat daha sonradan İznik Konsili'nde alınan kararla Kurban ritüelinden vazgeçilerek bugün hâlâ devam ede gelen "Şarap-Ekmek", yani Komünyon uygulamasına geçilmiş.

Azize Takla Manastırı'nın ise efsâne de olsa Türkiye, daha doğrusu Konya ile bir bağlantısı var: Söylenen göre Azize Takla, IV. Yüzyılda Konya'da yaşayan bir Hristiyan mü'mine iken Romalılar zulmünden kaçarak Bilad'üş-Şam'a gelmiş. Doğu Hristiyanlığının görülmesi ve hissedilmesi gereken izlerini hatırlatan bu kilise ve manastırları görmek, bir tevhidi gelenek olarak İslâm'ın, Hz. Muhammed (SAV)'den önceki serüvenini hatırlattığı için benim açımdan çok değerliydi. Nitekim ertesi gün, gezi programının boşluğundan istifade etmek arkadaşlardan bir grup, Hakan Albayrak'ın rehberliğinde meşhur Rahip Bahira'nın yaşadığı Busra mıntıkasına giderek, Efendimiz'in risâlet ve nübüvvet görevi üstlenmeden önce ticari bir maksatla Suriye topraklarına yaptığı seyahatın hatırasını tâziz ettiler.

[caption id="attachment_3550" align="alignright" width="300" caption="Sanit Takla Manastırı kayalık bir araziye yapılanmış. Kayalığın üstündeki heykel Azize Takla'yı temsil ediyor ve uzaktan Rio'daki ünlü Hz. İsa heykelini hatırlatıyor."][/caption]

Bu ziyaretten sonra Saydyana yöresinde güzel bir lokantada verilen yemek, lokantanın ismine telmihen yapılan, "Cennete geldik" latifeleriyle renklendi. Lokantanın adı "Mut'am'ül Cenne" yani Cennet Lokantası idi.

TAAM LATÎF VELÂKİN İLLE ÇORBA, İLLE ÇORBA!

Yeri gelmişken Suriye mutfağından bahsedebiliriz: Türk ziyaretçiler, lokantalarda çorba bulmakta zorluk çekeceklerdir. Lokantalardaki genel âdet, yemeğe evvela abartılı bir salata ve meze şöleniyle başlanması şeklinde. Asıl öğünler, genellikle Türkiye'de "Şallama" diye bilinen salata ve tadımlıkları yeyip doyduktan sonra getirildi. Şam'ın Hristiyan bölgesinde bir lokantada Temrihindî, yani bizim bildiğimiz Demirhindi şerbetiyle karşılaşmak ise çok güzel bir sürprizdi. Kola ve gazozdan başka içecek bulundurmayan bütün Türk lokantalarına ibret olsun diye bu ayrıntıyı zevkle kaydetmek istedim.

ŞEYH'ÜL EKBER'İN KABRİNİ ZİYARET

Takriben beş asır boyunca bir Osmanlı vilayeti olan Şam'daki ecdâd hatıralarından pek azıyla yüz yüze gelebilmemiz, gezi programının bir zarureti olarak gerçek bir talihsizlikti; bunun nadir istisnâlarından birini ikinci günün akşam saatlerinde İslâm dünyasında "Şeyh'ül Ekber" diye yâdedilen Muhyiddin Arabî'nin kabrinin de yer aldığı camiye yaptığımız ziyaret teşkil etti. Türbenin girişindeki duvarda yer alan Hicrî 1294 tarihli Türkçe (eski yazı) tamirat kitâbesi bunlardan ilkiydi.

"VATAN" TOPRAKLARINDAKİ RESEPSİYON

[caption id="attachment_3548" align="alignright" width="300" caption="Bu fotoğraf, gezi sonrasında Türkiye'de minik bir depreme yol açtı. Suriye Büyükelçiliğinin yazlık konutununun kabul salonunda bir sehpanın üzerinde bulunan bu iki küçük fotoğraf, bir gazeteci tarafından (Rıza Zelyut) Türkiye'ye dönüşünde, "koca büyükelçilikte bir Atatürk resmi yoktu ama Cumhurbaşkanı ile Başbakanın resmi vardı" şeklinde garip ve anlaşılmaz bir tarzda yorumlandı."][/caption]

Şam'daki ikinci günümüzün en protokoler faaliyeti Şam Büyükelçimiz Halit Çevik'in Şam civarındaki yazlık meskeninde verdiği resepsiyona katılmak oldu. Resepsiyonları sevdiğimi söyleyemem çünkü insanların birbiriyle tanışıp kaynaşmasına hizmet ettiğini söylenen bu toplantı geleneğinden bir türlü hazedemedim; nitekim yolu kaybettiğimiz için sonradan vâsıl olduğumuz yazlığa ulaştığımızda resepsiyon çoktan başlamıştı ve Büyükelçimize doğru dürüst merhaba bile diyebilmek fırsatı olmadı; buna mukabil topluluğumuzdaki hanım üyeler bu toplantıda çok memnun kaldılar zira Elçilik personelinden bir hanımın, resepsiyon içecekleri yerine davetli hanımlara Türk usulü demlikle ve üstelik ince belli "Ajda" bardaklarıyla çay demletmesi, ama bundan daha ziyade misafirlerine sıcak ve samimi bir ilgi göstermesi çok makbule geçmiş olmalıydı ki, bu ikram sıcaklığı gezi boyunca konuşuldu.

Bu ziyaretin en güzel hâtırası ise Gazeteci Hakan Albayrak'ın Boşnak asıllı eşi Emira Hanım'ın çocuklarına, elçiliğe girerken, "Dikkat edin çocuklar az sonra Türk topraklarına giriyoruz; çünkü elçiliğimiz vatan toprağı demektir" diye güzel bir hatırlatmada bulunması oldu.

"TANBURİ CEMİL BEY ÇALIYOR ŞİMDİ BİR ŞAM GECESİNDE"

Aynı günün geç saatlerinde Art House adında bir sanat galerisinde, gezinin asıl sahibi, Mas Group Başkanı Firas Tlas'ın verdiği akşam yemeğine katıldık. Zannımca Hicaz Demiryolu vesilesiyle Şam'da bulunan Alman mimarlarının elinden çıktığı kanaatine vardığım ilginç bir tarihi binada (Arap-Alman mimarlığının karışımı) verilen yemeğin en dikkat çekici yanı, yemek boyunca kanun, ud ve ney sanatçılarının çoğunlukla Türk musikisinden seçtikleri saz eserleri icrasıyla sundukları yemek müziği oldu. Birileri yemek yerken onlara müzik icra eden sanatçıların durumu bana hep hüzün vermiştir; naçiz kanaatime göre müzik dinlemek, herhangi bir işe refakat edecek türden bir faaliyet değildir ve müzik icra edilirken onu sadece dinlemek (veya orada bulunmamak) gerekiyor. Biraz da bu hislerle müzisyenlere can kulağı ile dinleyip her parça sonunda hararete alkışmamızı, Suriyeli müzik sanatçılarının şükranla karşıladığı görmek, bizi bir nebze olsun teselli etti. Hele son eser olarak Tanburi Cemil Bey'in Şadaraban Peşrevini çalmaları unutulacak bir jest değildi doğrusu.

Yeri gelmişken belirteyim; müzisyenler Arap musikisi icra ederken farkettim ki, bize mesafeli gibi görünen bir kültürün ruhuna kestirmeden temas edebilmenin en doğru yolu, musikisine kulak vermektir. Türk musikisinin genel çerçevesi içinde tarif olunan Arap Musikisinin melodik yapısı, modernite alâmetlerinin görünmez hale getirdiği Arap ruhuna dokunmak imkânı verdi ve bu benim için anlamlı bir husus teşkil ediyor.

Yemekte kısa bir hoşgeldiniz konuşması yapan Firas Tlas kısaca şöyle konuştu: "Suriye bana çok şey verdi; ben de şimdi Suriye için bir şeyler yapmak istiyorum ve sizler aracılığı ile Suriye'yi Türkiye'de tanıtmayı manidar bir hizmet sayıyorum. Sizlerden ricam, burada gördüklerinizi objektif bir tarzda Türk okuyucularına anlatmanızdır."

Mas Group'un devlet destekli, örtülü bir kamu teşebbüsü olup olmadığı yolundaki sorularımıza ilgiler daima, "hayır, biz özel bir ticari kuruluşuz" cevabını verdiler. Bu cevap doğru ise, kapitalist mantığa çok daha önceden âşinâ olmuş bir toplumun fertleri olarak artniyetliliğimizden ötürü biraz mahcup olmamız gerekiyor diye düşündüm.

ŞAM'IN VE ARAP DÜNYASININ KALBİ: MUHTEŞEM EMEVİYYE CAMİİ'NDE...

Ertesi sabah heyecanlıydık çünkü doğrudan Şam'ın, Suriye'nin, hatta neredeyse bütün Arap âleminin rûhu sayılabilecek muhteşem bir mekânı ziyaret edecektik. Emeviyye Camii.

Cuma günün kuşluk saatlerinde genel temizlik için kapıları kapatılan camiye ancak özel izinle girebilmemiz mümkün oldu. Kapıların açılmasını beklerken camiin çevresinde gezindik. Tarihi Şam kalesinin içindeki camii ve müştemilatındaki diğer yapılar, hiçbir ekstra zahmet sarfedilmeden tarihi film mekanı olarak kullanılacak derecede fantastik bir dekor teşkil ediyor. Hayranlık verici bir havası, müthiş bir iklimi var bu çevrenin. Hararetli konuşmalarndan sonra nihayet giriş izni alınca bizi, bir nevi özel misafir olarak camiin batı kapısının yan tarafındaki şeref salonuna aldılar. Dört duvar boyunca sedef kakmalı Şam işi nefis iskemlelerle çevrilmiş salonun bana göre en dikkat çekici ziyneti, duvarları çepeçevre kuşatan ve Rahman Suresi'nin mozayik usulüyle nakşedildiği yazı panosu oldu. Hat sanatına meraklıyımdır fakat o güne kadar mozayik tekniği ile hat sanatının imtizaç edebileceğini hayalimden geçiremezdim. Buraya yolu düşenlerin mutlaka görmelerini özellikle tavsiye ederim. Bu arada salonun duvarında yer alan Hafız Esad'ın isminin yazılı olduğu levha dikkat çekiciydi; aynı türden saygı ifade panolara camiinin içinde de tesadüf ettik; daha sonra bunların Hafız Esad'ın cami onarımı için gösterdiği gayretleri tebcil eden yazılar olduğunu, böylece dindar ahaliye karşı doğrudan bir mesaj vermek istediğini öğrendim.

HUTBE-İ ŞÂMİYE'NİN VERİLDİĞİ AVLUDA OLMAK...

Emeviyye camiinin kelimelerle tasvir belki mümkün fakat bunu yapmayacağım; sadece şunu söyleyebilirim; tek kelimeyle muhteşem ve fantastik bir bina. Putperestlik devirlerinden başlayarak Helenistik döneme, oradan Roma ve Bizans idaresine ve en nihayet Emevi halifeleri döneminde İslâm'a, XVI. Asırda ise Osmanlı idaresine şahitlik eden bu muazzam eseri, talandan mal kaçırırcasına alelacele gezinmek durumunda kalmayı bir nasip meselesi olarak telakki etmek zorundaydım.

Cami avlusu ise bir başka tarihi hâtıraya işaret ediyor ve hatırlıyoruz ki Said-i Nursi, vaktiyle avluyu dolduran onbini aşkın Müslümana işte bu mekânda hitab etmiş ve "Hutbe-i Şâmiye" adı verilen o meşhur konuşmasını yapmıştı.

İSLAM KARDEŞLİĞİNİN TECESSÜM ETTİĞİ SELAHADDİN'İN KABRİ

[caption id="attachment_3549" align="alignright" width="300" caption="İslâm'ın kılıcı Selahaddin Eyyubi'nin kabrinin hemen böğründe yatan üç Türk şehidinin kabri."][/caption]

Camii müştemilâtında yer alan ve Yezid'in, Kerbelâ'da katledilen Hazreti Hüseyin'in kesik başıyla alay ettiği mevkie yapılan makamı ziyaret ederken duygulanmamak elde değildi. O ânın zafer hissiyle kendisine gösterilen kesik başın dudaklarına elindeki değnekle dokunan Yezid'in küstahlığına, o esnada orada bulunan bir sahâbenin verdiği cevap, belki İslâm tarihinin en dramatik sözlerinden biridir. Şöyle demiş sahâbe,

-Senin âsânla dürtüklediğin o yanağı, vaktiyle Efendimiz hazretlerinin defalarca muhabbetle öptüğünü gördüm!

Bu müthiş ikaz üzerine Yezid'in yaptığı densizliği farkedip teessüre kapılarak, "alın götürün, nasıl isterseniz öyle yapın" dediği rivayet olunuyor. İşte tam da o yerde bulunmak, insana İslâm tarihinin en uğursuz günlerinden birine şahâdet ediyormuş hissi veriyor ki, anlatmak çok zor.

Emeviyye Camiinin çevresi bir tarih müzesi gibi. Nitekim elli adım yürüdükten sonra İslâm'ın büyük devlet adamı ve kumandanlarından Selahaddin Eyyubi'nin kabrine ulaşıyorsunuz. Hükümetin restorasyon çalışmaları yürüttüğü bu tarihi mekânda Fatiha okuduktan sonra, Selahaddin'in kolu altına defnedilmiş üç Türk hava şehidinin ayyıldızlı kabristanıyla yüzyüze geliyoruz. 1914'de Suriye cephesinde İngilizlere çarpışırken şehid olan Üsteğmen Nuri ve Sadık Beylerle Yüzbaşı Fethi Bey, belki de Osmanlı ordusunun Suriye'den çekilirken geride bıraktığı en anlamlı emânet gibi göründü gözüme. Selahaddin Eyyubi'nin Kürt asıllı olmasından hareketle diyebiliriz ki bu küçücük kabristan, İslâm kardeşlik ve dayanışmasının Şam'a akseden timsâli gibidir.

Türk'ün Arab'ın ve Kürd'ün kaderi, bu coğrafyada kardeşlik hukuku içinde yaşamak; aksi hâl muhâl ihtimâl! İşte o küçücük mekân bize bu hikmeti bir kere daha hatırlattı.

SURİYE'NİN HATAY TAKINTISINA DAİR...

O gün Cuma olduğu için Emeviyye Camii etrafında yer alan ve hareketliliği ile meşhur Mithat Paşa Çarşısı, kepenklerini kapatıp istirahate çekilmiş gibiydi. Çarşıyı bu yüzden hızla geçip Suriye Milli Arkeoloji Müzesi'ne ulaştık. Suriye'nin şaşırtıcı derecede zengin tarihi mirasından kalan eserlerin sergilendiği müze, Halife Hişam'a ait saray kalıntılarının titizlikle taşınarak müze binasına rekonstrüktif teknikle yerleştirilmesiyle inşa edilmiş ilginç bir yapı. Müzenin girişinde ziyaretçilere Suriye'nin arkelolojik zenginliklerine dair bir fikir vermesi maksadıyla konulan haritada Hatay bölgesinin Suriye hudutları içinde gösterilmesi hepimizin dikkatini çektiyse de, fazlaca ciddiye almamayı daha uygun gördük. Daha sonradan bu mesele konuşulduğunda bir Suriyeli dostumuz bize Hatay'la ilgili haritaların, biraz da kamuoyu baskısıyla böyle gösterildiğini anlatmaya çalışırken tutarsızlığının farkında mıydı bilemiyorum, hoşnutsuzluğumuzu hissedince, "biz iki ülkenin bir ülke gibi olmasından bahsediyoruz; böyle ayrıntılar üzerinde durmanın anlamı yok" mânâsına gelen şeyler söyledi.

Söz Hatay'dan açılmışken bir olguya daha işaret etmeden geçmeyeceğim; daha Hafız Esad'ın sağlığında başlatılan bir uygulama hâlâ devam ediyor ve bu uygulamaya göre Hatay doğumlu her Türk genci, şartları haiz ise Şam Üniversitesi'ne kolaylıkla kayıt yaptırıp okumak imkânı bulabiliyor. Gezimiz boyunca bize yeğenlerimiz derecesinde samimi ve sevgi dolu bir yaklaşımla yardımcı olmayan çalışan bu gençlerin başlıca endişesi, aldıkları diplomanın YÖK tarafından denk sayılmaması.

İlişkilerin hızla samimileştiği bu süreçte bu mevzu üzerinde söz söylemeyi siyaset erbâbına bırakmak daha doğru olacak galiba.

DUVARDELEN FATİHALAR

Müzenin hemen bitişiğinde yer alan Süleymaniye Külliyesi, Mimar Sinan'ın Şam'da bıraktığı en manidar Türk eseri. Bu külliye Suriye ve Türk hükümetlerinin işbirliği ile restore ediliyor ve bunu öğrenmek hepimizi çok sevindirdi.

Son Osmanlı Halifesi VI. Mehmet Vahideddin Han'ın, iki adım ötedeki kabrini ise, aradaki duvar kapısının kilitli olması sebebiyle görüp ziyaret etmek mümkün olmadı fakat yoladığımız Fatihalar, duvar dinleyecek cinsinden değildi; en azından kendimizi böyle teselli ettik.

Kısa bir Şam Kalesi turundan sonra gece saat 21 sularında Suriye Enformasyon Bakanı'nın tarihi Şam Kalesi'nin (tahminen) zindan kısmındaki muazzam galeride verdiği yemeğe katıldık. Bakan iki millet olarak paylaştığımız şeylerin ne kadar çok olduğuna dikkat çektikten sonra Türkiye'nin barış sürecine yaptığı aracılık katkısının kıymetini ve İsrail işgali sona ermeden bölgenin huzura kavuşmayacağını vurguladı.

BAASÇI SURİYE'YE "AYDINLANMA" TAVSİYE EDEN GAZETECİ!

Suriye'deki son günümüzün bütün gündüz faslını Halep'e ulaşmak için otobüs seyahatiyle geçirmek zorunda kalışımız üzücüydü çünkü yolda geçen her dakika, bize Halep'e ayıracağımız zamanı kısaltıyordu. İki otobüs halinde yola çıktıktan yaklaşık bir saat sonra El Atiye bölgesinde kurulan Suriye'nin ilk özel üniversitesi El Kalamun üniversitesine ulaştık. Çevredeki arsa sahiplerinin de hissedar olarak katkıda bulunduğu Kalamun Üniversitesi'nde bir Türk öğretim üyesi görev yapıyor fakat 5 bin öğrenci arasında Türk öğrenci yok. Rektör Esad Lütfi'nin hoş geldiniz konuşmasından sonra öğrencilerle Türkiye'den gelen misafirler arasında düzenlenen sorulu cevaplı sohbet faslının hayli eğlenceli geçtiğini söyleyebilirim: Heyetimizde yer alan bir gazeteci şair, kendisine henüz bir şey sorulmadığı halde, "sorulması muhtemel ve sorulmuş bütün sorulara bir altyapı teşkil etmesi için bir şeyler söylemek istiyorum" diye başladığı "kısa" konuşması esnasında biz Türklerin, devrimler sayesinde 15-20 senede uygarlaşmayı başardığını belirttikten sonra Batılılara unuttukları "Aydınlanma bağlamı"nı yine bizim hatırlatmamız gerektiği üzerinde durdu ve Suriye ile Türkiye kardeşliğinin yine Aydınlanma çerçevesi içinde olması gerektiğinden bahsetti!

Arap öğretim üyelerinin ve öğrencilerin böyle bir "bağlam"ı anlayabildiklerini zannetmiyorum; biz ise gülüp geçtik sadece!

HALEB'E GELDİK AMA EVDE BULAMADIK!

Akşam ezanları ulaştığımızda vâsıl olabildiğimiz Halep, ne yazık ki evde yoktu. Suriye Müftüsü Dr. Hassun'un kabulü ile başlayan Halep programı, Ticaret Odası'nın verdiği akşam yemeği ile devam etti ve gecenin tam yarısında Halep havaalanında tamamlandı.

Şu kadarını rahatlıkla söylemek mümkün; Bir Suriyeli ile Türk'ü birbirinden farklı kılan şeylerden bahsedilebilir fakat bu iki unsur arasındaki beraberlik farklara galiptir. Günün birinde Yeni Şafak yazarı Hakan Albayrak'ın söylediği gibi iki ülkenin birleşip tek toplum olması o kadar uzak bir ihtimal değil gibi görünüyor; en azından kendi içimizdeki "ötekiler"i anlayıp kaynaşmaktan daha zor değil.


Not: Bu yazı Zaman Gazetesi'nde bir yazı dizisi olarak yayınlanması niyetiyle hazırlanmış ancak yayınlanması gecikince Ahmet Turan Alkan tarafından sitemizde yayınlanması için verilmiştir.