Süpermarket loncalarında âhi kasiyerler!
Yakında küçük esnaf diye bir kategori bile kalmayacak. Ahilik kültürünü ayakta tutmak için her sene merasim tertipleyenlerin bu gibi hayati meselelerle ilgilenmesi daha doğru olur. Yılın bugünlerinde esnaf kuruluşları, "Ahilik kültürü haftası" kutlamayı âdet haline getirdiler. Konferanslar veriliyor, yürüyüşler düzenleniyor, şed ve peştemal kuşanma törenleri, konuşmalar yapılıyor.
Maksat, "turistik bir faaliyet olsun; işe bir festival havası verip basının ilgisini çekerek problemlerimizi anlatalım" nevinden bir faaliyet ise anlayışla karşılanabilir. Dünyanın her yerinde böyle ilgi çekici festival gösterileri vardır; kimi kasaba, senenin belli bir gününü "ananevi" domates dövüşüne ayırır, bir başkası boğaları sokağa salıp önlerinde deli gibi koşuşturur. Ahilik kültürü haftası onlara benzemiyor; eğlenceden ziyade eğitim, festivallere mahsus şakacılıktan ziyade ciddi bir edâ ile kutlanıyor her sene.
Bu işte bir garâbet, nasıl söylemeli, "zamanı şaşırmışlık" mânâsında mühim bir anakronik sapma var: Evvelen Ahîlik, bir ticari örgütlenme biçimi olmayıp su katılmamış bir tasavvufi mekteptir. Daha ziyade 12. ve 13. yüzyılda esnaf arasında teşkilatlanan Ahilik, devrin iktisadi şartları çerçevesinde biçimlenmiş çarşı-pazar nizamına, alış-veriş âdâbına, üretim ve pazarlama süreçlerine İslâmi ve tasavvufi normlar getirmesiyle bilinir. Bu ahlâk mektebinin hangi iktisadi ve sosyal altyapıda teşekkül ettiğini anlamak için küçük bir tarih yapmanın yeridir.
Osmanlıların iktisat düşüncesi nasıl özetlenebilir?
Sanayi inkılâbına kadar bütün ülkelerin ekonomik yapıları üç aşağı beş yukarı birbirine benzerdi; çünkü hepsi de tarımdan elde edilen verime bağlı bir sınırlılık içindeydiler. Ulaşım ve haberleşme imkânlarının bugüne nispetle son derece kısıtlı, ağır ve müşkül olduğu hesaba katılırsa üretilen ticari metâın, uzun mesafeleri hızla katederek yeni katma değerler kazanması istisnâi bir hadiseydi. Tarım üretimi genellikle kendi mahallinde tüketilmek zorundaydı ve nâdiren ticari mübadeleye konu teşkil ederdi. Köyle kasaba ve şehir bütünleşmesi söz konusu değildi. Her şehir veya kasaba, büyük oranda komşularından bağımsız bir ekonomik bütün gibi işler, bir ticari malın iki şehir veya iki ülke arasında mübadele edilmesine nâdiren rastlanırdı.
Türkiye"nin en iyi iktisat tarihçilerinden Mehmet Genç"e göre (Bu konuda Sayın Genç"in "Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi" isimli eserinden istifade ettim: Ötüken y. İst. 2000, 368 s.) Osmanlılar, bu çerçeve içinde genel hatları itibariyle üç esastan hareket eden bir iktisat politikası izlediler:
1- İaşecilik prensibi (Provizyonizm): Buna göre iktisadi faaliyetin gayesi kârdan ziyade insanların ihtiyacını karşılamaktır; üretilen mal ve hizmetler mümkün mertebe bol, kaliteli ve ucuz olmalı, mal arzı en yüksek seviyede tutulmalıdır. Bu, iktisadi faaliyete üretici değil tüketici açısından bakan bir görüş olarak dikkat çeker.
2- Gelenekçilik: Sosyal ve iktisadi ilişkilerde zamanla oluşan dengeleri, eğilimleri mümkün olduğu ölçüde muhafaza etmek, değişimi zorlayan âmilleri baskı altına almak ve bir bunalım anında ilk fırsatta eski dengelere dönmek. Bu prensip tüketiciyi koruyan bir bakış sergilemekle birlikte tüketim eğilimlerini sınırlandırmak (men-i israfat) maksadına yönelmiş, üretim ve istihdam dengelerinin bozulmamasını gaye edinmişti.
3- Fiskalizm, yani hazine gelirlerini mümkün olduğu ölçüde en yüksek seviyeye çıkarmak ve bu gelirin, ulaştığı seviyenin altına düşmesini engellemek. Bu prensip, gelir artırmanın mümkün olmadığı hallerde harcamaların kısılmasını öngörüyordu.
Evet, "Tutucu" bir iktisat anlayışı
Kaba hatlarıyla aktarmaya çalıştığım bu iktisat politikası, klasik devre ait olup, günümüzün iktisat anlayışı ile mukayese edilemez; ne var ki her tarihi hadise, kendi şartları çerçevesinde değerlendirilir. Kezâ Osmanlılar"ın bu tutucu iktisat politikasını yürütürken, muasır dünyanın gerisinde kaldığını ileri sürmek de doğru olmaz; genel hatlarıyla bu iktisat politikası -istisnalar dışında- evrensel bir geçerlilik taşırdı.
Bu tabloyu kökünden değiştiren evrensel gelişmeleri biliyoruz: Yeni ticaret merkezlerinin oluşması, kıtalar arasında yeni ve ucuz maliyetli ticaret yollarının keşfi ve nihâyetinde Sanayi İnkılabı adını verdiğimiz gelişmeyle üretimde, daha önceden tasavvur bile edilemeyen büyük miktarlarda artışın gerçekleşmesi.
Yerleşim yerlerinde üretimin kontrolü, üretici esnafın tespiti, çalışma şartlarının belirlenmesi ve üretimin denetlenmesi biçiminde yapılıyordu ki bu örgütlenme biçimine "Lonca" adı verilir. Loncalar, kendi devrinde evrensel bir yaygınlık gösteriyorlardı. Osmanlı loncalarının meslek ahlâkını belirleyen kaideleri Ahiler tarafından biçimlendirilmiştir. Osmanlı şehirlerinde çarşı "arasta"lar adıyla sektörlere göre farklılaşmıştır; her arastada belli sayıda "gedik" yani işyeri-imâlâthane vardır. Yeni bir işyerinin açılması, eskisinin tasfiyesine bağlıdır; bu gediklerde çalıştırılacak kişilerin adedi kadar imalâthanede işlenecek hammadde ve üretilen mâmul mal dahi sayı, fiyat ve kalite denetimine tâbidir. Bu üretim düzeninde keyfiliğe, sürprizlere, ani daralma ve büyüme eğilimlerine müsaade edilmez. Ahilik kültürü, böyle kontrollü bir üretim ve tüketim ekonomisinin üretim tarafını tanzim eden bir felsefe ve edep bütünüdür. Kısacası Ahilik ve lonca teşkilatlanması, dünün dünyasına ait kurumlaşmalardı.
Adını gevelemeden koymak gerekirse artık "kapitalist" iktisat felsefesinin hâkim olduğu bir çarşı-pazar düzeni söz konusu. Ticaret kanununun ilk maddesi, "serbestlik"ten söz eder. Teşebbüs hürriyeti ve serbest rekabet, üretim ve ticaretin âmentüsü gibidir. Tarım ekonomisi ise, servetin yegâne kaynağı olarak çıkarak, vazgeçilmezliği itibariyle stratejik hammadde deposu olmak bakımından önem taşıyor. Türkiye dünya ekonomisi ile bütünleşti; loncalar dağıldı. Ahilik kültürü, modern kapitalist münasebetler ve iş ahlâkı karşısında nefessiz kaldı. Dünün dünyası ile bugün arasında pek az devamlılık unsuru kaldı.
İçimiz dışımız folklor oldu
Ahîlik kültürünü yaşatmak için çabalayıp durmak, bir esnaf geleneği halinde muhafaza etmek hangi anlama geliyor? Bu durum bana Mevleviliğin hâlini hatırlattı: Bugün Mevleviliğin sadece turistik ve folklorik tarafı ayakta durabiliyor. Musiki ve raks olmasa koca bir Mevlevi an"anesinde (veya tarikinde) kimseler hatırlamaya lâyık unsurlar bulamayacaktır. Ücreti mukabilinde memleket memleket gezip gösteri âyinleri düzenleyen ve çoğu da devlet kadrosunda maaşlı memur statüsünde bulunan dervişler, Mevlevî tarikinin kendisini değil karikatürünü temsil ediyorlar. Ahilik ise seneden seneye hatırlanan, zamanını ve zeminini kaybetmiş bir tören derekesine indi. Günün iktisat zihniyeti ile ilgisi neredeyse yok gibi.
Küçük esnaf ve işletmecilik can çekişiyor; süpermarketler çamaşırdan sobaya, zeytinden parfüme, tornavidadan ahşaba kadar saymaya gelmez binlerce ürünü bir mekânın altında bir araya getirip piyasaya göre hiç de ucuz olmayan meblağlarla tüketiciye sunuyorlar.
Ahilik edebinin bir süpermarket çatısı altında nasıl uygulanabileceği hakkında kimse imâl-i fikr etmiş midir; ya da çağın ticari ve iktisadi icaplarına göre kurulmuş bir şirketi Ahilik esaslarına göre yönetmeye kalkan bir müteşebbisin nasıl problemlerle karşılaşacağını düşünen var mıdır?
Ahilik sadece, "eline, beline, diline hâkim ol; teraziyi eğriltme; kanaatkârlıktan şaşma; gündelik rızkına şükret" düsturları ile modern çağlara hitap edemez. Ahiliğin ve lonca sisteminin yaslandığı iktisadi nizam yıkılıp gitmiştir; onu, şimdiki zamanların icaplarına göre tâzelemek ilginç bir fikirdir; adı üstünde "fikir"; o da her ciddi fikir gibi düşünce cinsinden emek talep ediyor.
Yakında küçük esnaf diye bir kategori bile kalmayacak. Ahilik kültürünü ayakta tutmak için her sene merasim tertipleyenlerin bu gibi hayati meselelerle ilgilenmesi daha doğru olur.
AKLINIZDA BULUNSUN:
CEMAL KURNAZ"IN ESERLERİ
Prof. Dr. Cemâl Kurnaz"ın üç kitabı (*) peşpeşe yayınlandı: Halk Şiiri ve Divan Şiirinin Müşterekleri, Türküden Şiire ve Divan Dünyası. İlk iki eseri daha önce de yayınlanmış, edebiyat ve kültür çevrelerinde takdirle karşılanarak hayli konuşulmuş ve kaynak gösterilmişti. Bu eserler kısaca klasik edebiyatımızın "divan" ve "halk" edebiyatı biçiminde kesin hatlarla ikiye ayrılamayacağını, tam aksine her ikisinin bir telakki edilmesi tezini savunuyor. Bilindiği gibi halk edebiyatının, divan edebiyatına üstün ve ona rakib gösterilmesi, Cumhuriyet"in ilk yıllarında takib edilen ve zihinlerde hayli iz bırakan yanlış kültür politikalarının kalıntısı olarak hâlâ yaşıyor. Prof. Dr. Kurnaz, eserlerinde parlak ve etkili nümûneler göstererek bu husustaki yanlış kanaatleri teşrih ediyor ve doğru bakış açısının ne olduğunu izah ediyor.
Her üç eseri de ilmi değerlerine binaen, her kütüphanede bulunması gereken kitaplar arasında sayıyor ve sevgili dostuma nice güzel eserler vermesi temennisinde bulunuyorum.
(*) Bizim Büro Yayınları, Ankara 2003. Bilgi için: ([email protected]) ve (http://w3.gazi.edu.tr/ web /ckurnaz)