Süleyman'ın ayakları
Abdurrahim Karakoç'un şiiriyle 1973 yılında karşılaştım. Bir arkadaşın elinde gördüğüm "Hasan'a Mektuplar" adlı şiir kitabında okuduklarım, bana âşıklık geleneğinin 20. yüzyılda bile hâlâ gümbür gümbür çağıldadığını hatırlatmıştı.
Karacaoğlan, Ruhsati, Sümmânî, Veysel çizgisi durak bilmeden çiçek açıyordu. Hasan'a Mektuplar'ı tez zamanda bitirdim; içinde ezberlenecek şiirler vardı!
Bir şiiri ezberlemek ihtiyacını duymak, insanın az karşılaştığı durumlardandır; şiirin kendini ezberletmesi daha nâdir. Abdurrahim Karakoç'un bazı şiirleri var ki, zihne mıh gibi kazınmış, kendini zorla ezberletmiştir. Herkesin ağzında, dilinde, ortalıkta dolaşan sıradan kelimelerle şair öyle bir terkip yapar ki, sihre benzer. İşte nice yıllardan beri herkesin dilinde dolaşıp duran ve Musa Eroğlu'nun nefis bestesiyle yeni bir boyut kazanan Mihriban böyle bir aşk türküsüydü.
E, Sivaslıyız, âşıklık bize hayli uzak fakat o günlerde dehşetli bağlama tıngırdatmaktayız. İşin kötü tarafı, henüz ne kadar kötü çaldığımı bilmeyecek kadar hevesliyim bağlamaya.
Bağlama dedim de...
Bağlama dedim içim sızladı; lise 2. sınıftan itibaren bağlamaya meftûn oldum fakat bağlamam yok. O günler yokluk zamanları. Bir futbol ayakkabısı, bir meşin futbol topu, bir mandolin, bir bağlama, bir takım elbise veya bir bisiklet, başlıbaşına önemli bir varlık teşkil ediyor. Benim bağlamam yok. Allah gani gani rahmet etsin, liseden sıkı ve samimi arkadaşım Turgay Hocaoğlu'nun bağlamasıyla idare ediyoruz; ara sıra emanet alıp eve getiriyorum ama kesmiyor. Ah bir bağlamam olsa...
Nice yıllar sonra bir değil birkaç bağlamamız birden oluverdi ama bağlama aşkı ile bağlamayı bir türlü bir araya getirmek nasib olmadı. Şevk varken o yoktu; o olduğunda şevk pörsümüş gitmişti.
Uzatmayalım, Mihriban'ı okuyunca çarpıldım; dedim ki, "Şu güzel şiiri bâri bir güzel besteleyeyim." Uğraştım, didindim, olmuyor; ne yapsam, bir başka türkünün tekrarına düşüyorum. O gün anladım ki bestekârlıktan ekmek yemem muhâl ihtimâldir. Bir başka muhâl ihtimâl ise bağlamada ele-güne rezil olmayacak derecede ilerleme kaydetmekmiş; beceremedim. Hangi saza el attı isem yarım kaldı, bir türlü virtüöziteye erişemedim!
Benim yarım bıraktığım işi Musa Eroğlu tamamlamış; eline, gönlüne sağlık. İyi şiirin iyi beste ile buluşması nadirattandır. İyi eserlerin çokçasının güftesi yavandır fakat beste kuvvetli olduğu için kimse farketmez, hatta anlamını bile düşünmeden nağmeye kapılıp gidersiniz (Örnek verip başımı belaya sokmak istemem!). Buna mukabil nice güzel şiir, bestesini bulamadığı için sürünüp durmadadır (Buna da örnek veremem; siz bulunuz efendim!)
Allah rızası için siyaset!
Karakoç kuvvetli şairdi; hicivde üstaddı, zengin kafiyeler ve dolgu eseri olmayan güçlü mısrâlarıyla zehir gibi siyasi taşlamalar kaleme alıyordu. İtiraf etmek lâzımsa Mihriban'da vardığı şiiriyete pek az şiirinde yaklaşabilmişti. O günlerde kaleme aldığı "Hak yol İslâm yazacağız" redifli şiiri de büyük bir tesir yapmıştı. Milli Nizam Partisi paralelindeki Akıncı Gençlik, bu şiiri marş haline getirdi, o şiir de ezberlendi ve çok sevildi.
O günlerden bahis açtık, manzarayı tamamlayalım: Devrin güçlü âşıklarından biri de Mahzûni Şerif'ti ve biz sağ cenah gençleri o günlerde, "Solun Mahzûnî'si varsa bizim de Abdurrahim Karakoç'umuz var" diye övünüyorduk. Mahzûnî de çok güçlü şairdi ve bestekâr tarafı da çok kuvvetliydi; bu iki şair, nice on yıllar boyunca halkın diliyle birbirinden güzel eserler verdiler.
Siyasette taraf olmakla bizzat siyaset yapmak arasındaki duvarın hakikatini, Abdurrahim Karakoç kendi hayat tecrübesiyle bakınız nasıl yaşamış: Vaktiyle siyâsete atılmış rahmetli, çok sürmeden siyaseti bırakınca sormuşlar, "Üstad, siyasete niçin atıldın, niçin çok geçmeden terkettin?"
El cevap, şâirâne, hakîmâne...
-Siyâsete Allah rızası için girmiştim; sonra yine Allah rızâsı için terkettim!
Ah bu şairler...
Allah, Abdurrahim Karakoç'a rahmet etsin!
Bu defa şiir lehindedir...
Bilenler biliyor, adım şair ve şiir düşmanına çıktı; aslında bu meselenin birinci sorumlusu benim. On-onbeş sene kadar önce, "Şairler ve şiir aleyhindedir" başlıklı bir yazı yazmış ve orada gençlerin şiir yazmaktan uzak tutulmasını, henüz kemâlini bulmamış çocukları şiire teşvik etmenin, uyuşturucuya alıştırmaktan farksız bir kötülük olduğunu, zirâ şiirin, özellikle serebset şiirin tabiatından ötürü özellikle gençlerde "kolayca üstesinden gelinebilir" bir intibâ verdiğini kendimce izah etmiştim. Meramımı iyi anlatamamış olmalıyım ki, yıllardan beri gençlerin sorgusuna muhatap kalıyorum, "Niçin?" diyorlar. Tekrar anlatıyorum.
Bir daha anlatayım; Abdurrahim Karakoç gibi yazmak, Mahzûnî gibi, Veysel gibi yazmak milyonda kaç talihliye nasib olan bir baht eseridir?
Sevgili gençler, şiirle ilgileniniz; şiiri merak ediniz, tahlil ediniz, ezberleyiniz, kimyâsının terkibini anlamak için kafa yorunuz; bu arada kimselere göstermeksizin gizlice şiir bile yazabilirsiniz ara-sıra; ama kimselere göstermemek, hele hele "Şiir kitabı yayınlayacağım" diye ortalara düşmemek kaydıyla...
Şiir lisanı geliştirir; ifâdeye esneklik, zenginlik ve yükseklik kazandırır. Üstesinden gelebilene mübârek bir sanattır deyip sözü, halk şiiri geleneğinin yaşayan en büyük şairine getirip bağlayalım.
Nevbet ali akbaş'ındır
Kendisi bizzat Ali Akbaş'tır. Şairlik ateşi şimdi onun ocağından şavkımaktadır. İşin güzel tarafı, şiiri gibi kendi de güzel bir insandır; huyu-husu, ahlâkı, tabiatı ile mısrâları güzellikte rekabet eder.
Ben onu vasfetmeye ehil biri değilim; en iyisi siz onun o muhteşem "Göy Göl" şiirini bulup, bir tenhaya çekilip ağır ağır okuyunuz; sonra "Masal Çağı"nı, sonra "Hümâ Kuşumuz"u, sonra "Bizim Türküler"i...
"Barak dedikleri bir ince ağrı
Yükselir her gece sabaha doğru
Uğuldayıp durur dağların bağrı
Tılsımlı mağradır bizim türküler"
Bu ayaklar kimin süleyman?
Ve nihâyet, rivâyet ederler kim, 28 Şubat cabbarlarının, mazlumları doğradığı günlerin pek muktedir ismi Süleyman Bey'in, yine pek çağdaş bir mahfilde "İşte azizim, çağdaş Türkiye bu" diye cûş-u hurûşa gelmesinin akabinde Ali diye bir şair (!), şu dörtlüğü hiciv ikliminin semâlarında kırbaç gibi şaklatmıştır:
"Bu ayaklar senin mi Süleyman?
Bu ayaklar ne ayak?
Haydi yorgana sığdı diyelim;
Mezara nasıl sığacak?"
...
Kimdi o şair dersiniz?