Suat Sayın’ın hatırasına
O şarkılardan birini ne zaman, hangi vesileyle duysam zihnim beni hemen yarım asır öncesine, çocukluğumun neftî yeşil ve efiltili günlerine götürüyor. Şehrin en canlı, en kalabalık, en ‘asortik’ caddesinde bir öğle üstüdür, mevsimlerden illâ ki yaz, siz bilemediniz yazın güzle latifeleştiği sıcak günlerden biri.
‘Mecburiyet caddesi’ne aralıkla serpiştirilmiş sinemalar, şehrin en işlek kültür müessesesi olarak halka sadece görüntülü hikâye seyrettirmekle yetinmez, memleket ve dünya bilgisi de kazandırırlar bir bakıma. Kapılarının civarına mevzilenmiş kestane kebabçı, çekirdekçi, simitçi ve en çok hafızama yer etmiş tablolardan biri olarak seyyar ayva satıcıları ile gündelik taşra eğlencesinin merkezî mekânıdır sinemalar.
Ve illâ ki saat 14.30’da başlayan gündüz gösterimlerinden şöyle böyle birkaç saat evvel her sinema, caddeye dönük güçlü hoparlörleriyle günün en sevilen şarkılarını çalmakla görevli gibidir. Müzik yayınlarından sinemanın ‘makinist’i sorumludur. Önceki cümlede geçen ‘şarkı çalmak’ tabirini tuhaf bulabilirsiniz; o günlerde radyo dışında müzik yayını sadece pikap ve plâkla yapıldığı için plağı çalmak, şarkıyı da çalmak, yani yayınlamak anlamına geliyordu.
Bu renkli tablonun olmazsa olmaz türünden tamamlayıcısı Suat Sayın’dır. Bu sanatçının seslendirdiği şarkılar şimdi tahayyülümde şehrin sinema hayatıyla adeta üstüste gibi duruyor ve bundan dönemin sinema işletmecilerinin ve onlardan daha önemli olmak üzere makinistlerin, yani filmi gösteren o kocaman, sıcak, her yerinden ışık ve kömür dumanı fışkıran mucizevi makineyi çalıştıran adamların koyu birer Suat Sayın hayranı oldukları sonucuna varıyorum. Şüphesiz başka şarkıcı-türkücüler de ara sıra sinema hoparlöründen sokağa seslenme şansı buluyorlardı ama hiçbiri altmışlı yılların rengini ve kadife yumuşaklığını taşıyan tatlı ve sıcak romantizmle bu kadar aynileşmemişti diye düşünüyorum.
Suat Sayın’la aynı kulvarda yürüyen başka şarkıcılar da vardı elbette. Meselâ İsmet Nedim (Saatçi), Yıldırım Gürses, Neşe Karaböcek bunlardan en tanınmış olanıydı; Behiye Aksoy’lar, Zeki Müren’ler, Nesrin Sipahi’ler hatta Neşet Ertaş’lar kendi vâdilerinde devrin yıldızlarıydılar. Sinema önlerinin starı ise Suat Sayın’dı ve bana göre hâlâ öyledir.
O şarkı söylediğinde kendinizi iyi hissediyordunuz.
BİR İSTANBUL ÇOCUĞUNUN HİKÂYESİ
Suat Sayın, biz Anadoluluların tabiriyle hâlis muhlis bir ‘İstanbul çocuğu’. 1932 Fatih doğumlu. Erken yaşta müziğe başlamış, Vefa Lisesi’nden mezun. Bu ayrıntı önemli; Kabataş, Pertevniyal, Galatasaray gibi İstanbul liselerinin mezunlarına neredeyse fakülte ayarında özgüven ve kültür kazandırdığı dönemlerin Vefa Lisesi bu…
20 yaşında Ankara Radyosu’na udî sanatçı olarak giriyor. Bir İstanbul çocuğunun Ankara Radyosu’nda göreve gitmesinin tek mânâsı olabilir; devrinin en güçlü musiki mahfeli durumundaki İstanbul Radyosu’nda yeterli kadro olmayışı. Nazariyat tarafı güçlü olmalı ki o yıllarda, sonradan ünlenecek hayli sanatçıya nota, usûl ve makam dersleri vermiş. Otuzlu yaşlarına doğru ilk bestesi Postacı’yla ilk plağını yapan Sayın, 1960’ta radyodan ayrılıyor, hayatının en verimli senelerinde birbiri ardına çok güçlü eserler vermeye başlıyor.
‘Güçlü eser’ tabiri benim şahsi görüşüm ve başkaları bu kanaate katılmayabilir: “Artık Sevmeyeceğim, Yolcu ile Arabacı, Gündüzüm Seninle Gecem Seninle, Kederli Günlerimde Arkadaş Oldun Bana, Zalimin Zulmü Varsa Sevenin Allah’ı Var, Önce Tuttun Elimden, Söyleyin yıldızlar” ve hele hele İntizar gibi şarkıları bazıları hafif, fantezi, hatta arabeske yakın hercai eserler gibi değerlendirebilirler; bunlar tartışılabilir şeyler. Güçlülükten, sanat değeri ayrı tutulmak kaydıyla kalıcı güzelliği kastediyorum. Mesela diğer benzerleri gibi Yollar Uzak Gelemedim isimli bestesi de melodik bakımdan basittir, kolay algılanabilir ve anlaşılır bir nitelik gösterir ama daha şimdiden elli seneden beri zevkle dinleniyor ve dinleyen herkeste karşılık buluyor. Son zamanlarda ‘nostalji’ başlığı altında yeniden yorumlanıp dinleyiciye sunulan eserlerin pek çoğunu bu gibi basit ama güzel şarkılar teşkil ediyor.
İSTANBUL’UN SESİ OLMAK...
Suat Sayın arabesk tarzın çığır açıcısı değildi; klasik musikimizin okkalı geleneği çerçevesinde onun müziği salonlardan ziyade kalabalıklara yönelikti fakat bu tesbit, onun müziğindeki ‘şehirli’ boyutu görmezden gelmemize yol açmamalıdır; bu müziği ben, o dinlemeye doyamadığımız eski İstanbul türkülerinin devrin ruhuna göre yeniden üretilmiş ve yorumlanmış şekli olarak görüyorum. Belki de o yüzdendir, şehrin mecburiyet caddesinde ayva, kestane, çekirdek ve akasya kokulu sinema önlerinin vazgeçilmez tamamlayıcısı durumundaki bir Suat Sayın şarkısı bana hep Boğaz gibi, Sarıyer veya Kadıköy gibi doğrudan İstanbul’u çağrıştıran bir ses tesiri yapmıştır. Biz taşra çocukları o İstanbul’a hayrandık ve işte o sinemalara biraz da İstanbul’dan bir şey görmek, İstanbullu bir aşk hikâyesinin bahtsız hikâyesini seyretmek ve mutlu sonlarıyla mesud olmak için gitmiyor muyduk?
Yahya Kemal ne kadar İstanbul fikriyatından ayrı düşünülemezse Suat Sayın da öyle.
2006’da aramızdan ayrılan bu değerli bestekâr, söz yazarı ve ses sanatçısına rahmet olsun.
Bitmemiş bir filmin kitabı: 17 Aralık, Sıfır Noktası
Gazeteciler zaman zaman dönemin ruhuna ve aktüalitesine hitab eden sürükleyici ve kolay okunur kitaplar yazarak bir mânâda geleceğin tarihçilerine malzeme sunuyorlar. Gazeteci Ahmet Dönmez ve Ufuk Köroğlu’nun birlikte kaleme aldıkları “17 Aralık Sıfır Noktası” isimli kitap (Klas Yayınları), benzerlerinden çok farklı. Kitabı okurken hayret, dehşet, ürperti ve sonuçta ümitsizlik arasında savrulup duruyorsunuz.
Adından da anlaşılacağı üzere kitap ‘17-25 Aralık’ diye nam salan o dramatik günlerin hikâyesini anlatırken, ‘kılcal damar’ diyebileceğimiz ölçüde ayrıntılara da inerek çok ilginç bir Türkiye fotoğrafını ortaya koyuyor. Bu fotoğrafta siyasetin nasıl ve ne dereceye kadar yozlaşabileceğini, bir iktidarın sadece seçim kazanmak suretiyle sistemi ne kadar kötüye kullanabileceğini gerçek kişiler ve çoğunluğu meşru dinleme kayıtlarına dayanarak anlatan iç karartıcı bir tablo görüyoruz.
Kitap şu açıdan çok önemli; anlatılan şeyler hâlâ çok taze ve bütün aktörleri hayatta. Yani yaşayan, hâlâ devam etmekte olan bir süreci ayrıntılı anlatabilmek, çalışmakta olan bir motor hakkında fikir sahibi olmak kadar zor, zira anlatılan hikâyenin şöyle bir kaderi var; bu hikâyede Türk polisi, eski Yeşilçam filmlerinde olduğu gibi suçluları yakalayıp adaleti tecellî ettirmek üzereyken kötü adamlar, kendilerini suçüstü yapan polisleri, hakimleri ve savcıları etkisiz hale getirerek hapse attırmayı başarıyorlar.
Kütüphanemde bu türden kitapları pek tutmuyorum ama Ahmet Dönmez’in kitabı bu türden farklı; onu saklayacak ve film tamamen sona erdiğinde bir daha gözden geçireceğim. Ülkesinin gidişatı hakkında dertlenen her TC vatandaşının mutlaka okuması gereken bir kitaptan bahsediyoruz; mutlaka okunmalı ve saklanmalı.