Su içerken kalça çıkığına uğramak!

Şu senaryo tartışmalarından ben hiçbir şey anlamadım; eminim gazete okuyucusunun da aklı karmakarışık olmuştur.

Dünyanın her yerinde birileri, başka birileri için senaryo yazar; gücü nisbetinde uygular veya öyle olması için temennide bulunur. Siyaseti ve yönetimi ciddiye alan ülkelerde bütün işi gücü senaryo yazmak, muhtemel gelişmeleri hesaplamak ve her duruma uygun planlar geliştirmekten ibaret kuruluşlar var. Böyle kuruluşların kalitesi, "tutturabilme" oranları ile ölçülüyor; geleceği tahmin etmek herkes için vazgeçilmez bir ihtiyaç; insan veya devlet, farketmiyor.

Amerika, güneydoğudan kapıbir komşumuz; bölgeyle ilgili uzun vadeli plan ve beklentileri var. Türkiye bölgenin kâğıt üzerinde en güçlü, pratikte en zayıf ülkesi. Güçlü olmasının sebepleri mâlum; zayıflığımız ise, fiilen bölünmüş olmaklığımızdan kaynaklanıyor.

Bu ülkeyi kendi elimizle yönetilemez hale getiren biziz; daha bir ay öncesinde öyle bir anayasa muamması astık ki askıya, yetmişiki düvelin analizcisi gelse içinden çıkamaz. Misal ister misiniz: 11. Cumhurbaşkanımızı ne zaman, hangi usulle, kim tarafından seçebileceğimizi veya seçemeyeceğimizi şu anda kimse bilmiyor. Kafayı 102. maddeye taktık, Abdullah Gül'ü devlet başkanı seçtirmemek uğruna suları yokuşa akmaya zorladık. Hükümetle Anayasa Mahkemesi'ni, orduyu karşı karşıya getirdik. Meclisimiz daha şimdiden münfesih havalarına girdi. Mevcut cumhurbaşkanının daha kaç ay ve yıl görevini temdit edeceği meçhul!

Yolda yürürken kendini topuğundan vuran bir Türkiye, bölgenin diğer ülkeleri nezdinde nasıl bir intibâ uyandırır acaba? Su içerken kalçasını çıkaran bir sakarlık hâleti sindi üstümüze. Kendimizle didişiyor, sevmediklerimizi de yabancı güçlerin uşağı diye kirletiyoruz. Bu Türkiye'yi kim ciddiye alır, kim saygı duyar, kim hesaba katar?

Eloğlu elbette bir hesap yapacak ama sizin de bir hesabınız olacak; nedir o hesap? Yüksek sesle söylemek mahzurlu ise kulağımıza fısıldayın, olmadı imâ ediniz; nedir Türkiye'nin hesabı? Ben söyleyim; birbirinin kulağına fısıldayanlar darbenin ne zaman olacağı hakkında fiskos etmekten başka şey yapmıyorlar. Bir aydan beri her gün Kuzey Irak'la ilgili harekât dedikoduları üzerine birbirimizi hırpalıyoruz. Komik oluyor, orası fiilen Amerikan hududu oldu artık; bunu bile bile "gireriz, vurur çıkarız" edebiyatını iç siyasette salata sosu yapmak bizi gayrı ciddi gösteriyor.

Türkiye son yıllarda hiç bu kadar zaaf halinde kalmamıştı; birbirimize "güçlüyüz, büyüğüz" diye propaganda yapmak çok hoşumuza gidiyor belki ama bu böbürlenmelerin şu anda kıymet-i harbiyesi yok. Otoriteyi anayasayasına göre paylaştıramamış bir ülke görüntüsünde Türkiye; yetkiler, sorumluluklar, meşru alanlar birbirinin içine girmiş durumda.

Üstelik bir hiç için! Evet bir hiç; "kendi partisinden cumhurbaşkanı seçtirmek isteyen hükümet bize danışmadı" diye ortalığı velveleye veren muhalefet partilerinin cayırtısına lüzumundan fazla ciddiyet atfeden bürokratik muktedirlerin öfkesi, ahaliye "rejim tehlikede" ambalajıyla sunuldu. Oysaki süreç "anayasaya uygun" işliyordu, açık konuşalım; hükümet anayasayı ihlâl etmedi, sadece yazılı olmayan basit bir siyasi nezaket kuralını işletmedi ve gümm diye bir kaosun içine yuvarlandık.

Bu kadar saçmalığı, Hudson'daki o malum enstitünün saygıdeğer katılımcıları bile hayalhânesinden geçiremezdi doğrusu!

O yüzden ben, dışarda Türkiye hakkında kim ne konuşuyor, kimler hangi hain planları dillendiriyor diye endişe etmem; kendi ülkemin zaafa düşmesinden korkarım; çünkü bizim kendimize revâ gördüğümüz kötülüğü, dünyanın bütün mel'unları bir araya gelseler bile yapamazlar. Ankara'da kapalı kapılar ardında fiskos edilen şeyler, benim için Atlantik ötesinde dedikodusu yapılan şeylerden daha korkutucudur; çünkü bizde sistemin temel aktörleri ne zaman siyasete bulaşmaya kalkışsalar, acemi avcılar gibi kendimize zarar veriyoruz. Endişe edilmesi gereken asıl husus budur.


Kaynak (Arşiv)