Soruların cevabı

Bir sorum var, birisi cevaplandırsın: Velev ki Öcalan yakalandıktan sonra hususi bir ambalaj içinde Türkiye’ye ikram edilmeseydi ve dışarıda bir yerlerde örgütünü yönetmeye devam etseydi, Kürt meselesi bugüne göre nasıl bir görüntü arz ederdi; daha iyi, daha kötü?

Gülden âlâ hâtırı için Ceza Kanunu’nu değiştirdiğimiz bir mahkûm; Cumhuriyet tarihinin en önemli ve en tuhaf mahkûmu odur. Yargılandı, suçlu bulundu ve devlet himâyesinde siyasi bir aktör olarak faaliyet sürdürmesine izin verildi. 12 yıldan beri faaldir, birisi çıkıp sual ettiğim bilançonun hesabını versin; iyi mi oldu, kötü mü?

Bir sorum daha var: PKK, en güçlü, en hunhar göründüğü bir anda niçin ölüm orucu gibi bir pasif mukavemet eylemine başvurmak ihtiyacı hissediyor? Buna bağlı öteki soru şöyle: PKK eylemcisi tutukluların ölüm orucuna yatması karşısında basında yükselen yüksek vicdân tezahürünü takdir ederken “Oruç sebebi” üzerinde hiç düşünmeyecek miyiz?

Tutukluların talep ettiği şeylerle, şu anda hâlâ dağlarda silahla aynı talepleri tahakkuk ettirmek için cayır cayır asker, polis, kamu görevlisi öldüren, şantiye basan, okul yakan, öğrencileri okula gitmemeye, esnafı dükkân açmamaya davet eden zorba takımının aynı şeyleri telaffuz etmesinde bir gariplik görmüyor musunuz? Silâhla savunulan bir fikrin aynı anda bir pasif mukavemet eylemi aracılığı ile propaganda edilmesinde ahlâkî bir zaaf yok mudur?

PKK’nın cezaevlerinde örgütlenme biçimi ve kendi üyeleri üzerinde kurduğu demir disiplinin, yukarılardan gelen bir emirle “Ölüm orucuna yatılacak; yat!” boyutuna dikkat edilmekte midir? İçlerinde “Ramazan geçeli üç ay oldu; ben nafile oruç tutmak zorunda değilim arkadaş!” diyebilecek bir ferd-i vâhidin çıkmaması veya çıkaracak ses bulamaması ilginç değil midir?

Şu anda hükûmet eden kabîne, -beğenilir-beğenilmez- Cumhuriyet tarihi boyunca Kürt meselesinin çözümü için en çok siyasi risk üstlenmiş, pek işe yaramış görünmese de en ciddi adımları atmış bir heyettir; çözüme doğru yönelmiş her hamlenin, “Eyvah galiba başarılı olacaklar!” endişesiyle silahlı örgüt zorbaları ve onların düzdeki sözcüleri tarafından aynı anda çelmelenmesi size de tuhaf gelmiyor mu?

“Demokratik, meşrû talepler” tarzında dile getirilen haklı isteklerin, kamuoyunda anlayışla karşılandığı, basında, mecliste konuşulup desteklendiği mâkul bir zihnî iklimde yaşıyoruz. Bu yumuşamanın çözüm noktasında fiilen hiçbir işe yaramadığını, ödüllendirilmediğini, her iyileştirmenin akabinde, “Sulak yerden tarla bağışlar gibi bölük-pörçük hak verilmez; bizi ufak tefek tavizlerle aldatamazsınız, mücadelemizi pörsütemezsiniz” edebiyatıyla savuşturulması nasıl yorumlanır?

Cumhuriyet döneminin en kanlı, en gözüpek ve insafsız silahlı şiddet örgütünü teşkil eden PKK’nın, Türk basınında hâlâ büyük bir propaganda gücüne sahip bulunmasının ama buna rağmen “Batılı entel gözlemciler”den her Allah’ın günü “Bu ülkede basın hürriyeti kalmadı” fırçası yemesinin anlamı nedir?

Cevabı Selahattin Demirtaş veriyor: “Kanunsuzluk, hukuksuzluğu bir kenara bırakıp hükümet ve devlet gibi davranın, karşınızda bir halk var. Bakın Ortadoğu’da Kürt devleti kuruluyor.” Ve devam ediyor: “Valiler, Emniyet Müdürleri çözüm istiyorlar. Bu eylemlerin önünü kesmemelidirler. Engelliyorlarsa onları savaş sorumlusu ilan ederiz.”

Lâfı dolandırmadan konuşup yüksek vicdanlı entelektüel laga-lugalara başvurmadan dürüst konuştuğu için Demirtaş’a aslında teşekkür etmemiz lâzım; Demirtaş ve onun gibi düşünenler, düzde külahlı, dağda silahlı gezmenin verdiği yüksek özgüvenle dört komşu ülke toprakları üstüne kurulacak bir Kürt devletinin hükümet sözcüsü gibi konuşuyorlar; enteller basın hürriyeti ve ölüm oruçlarına sızlayan vicdan egzersizi yapadursun, onlar siyasi menfaatin bıçak soğukluğundaki diliyle, kavgada yumruk sayılmaz diye düşünüyorlar. Hükümet, ülkenin her yerinde okulları açmak eğitimi sürdürmek mecburiyetinde; adam, “Gitmeyin okula, boykot edin” derken ne kadar da rahat!

Yol belli; külahlıyla siyâsi, silâhlıyla silâhlı mücâdele. Pazarlık ve müzâkere gibi oyalayıcı müsekkinlerin artık hükmü yok.


Kaynak (Arşiv)