Sizlerle ekmeğimizi bölüşmekten şeref duyarız

Türkiye ne kadar içine kapanmak istese, tarihin ve coğrafyanın hâfızası da o kadar Türkiye'ye özgül ağırlığını "âdeta yakasından tutup sarsarcasına" hatırlatıyor. Devlet"i Aliyye'den Türkiye Cumhuriyeti'ne geçerken tedâvüle sürülen resmî tarih tezleri her sarsıntıda ucundan kenarından epriyip dökülüyor. Seçim sath"ı mâiline girdiği için dış politika bakımından en zaafiyetli göründüğü bir zamanda bile, Türkiye'nin Kosova'dan 40 bin civarında "misafir" kabul etmesi, "resmi tarih" verileriyle izah edilemiyor. Türkiye, Birinci Dünya Savaşı'nı sona erdiren son anlaşma mevkiindeki Lozan barış anlaşmasıyla problemli ve içe dönük bir coğrafyaya hapsedilmiş olsa bile jeopolitik zaruretler bize "büyük" kalmak zorunda olduğumuzu ihtar ediyor. Tarihî mânâda bünyeden sökülüp çıkarılmış her uzuv, ait olduğu uzviyetin sancısı ile kendi varlığına dikkat çekiyor.

Türkiye vizyonunu öteden beri Ankara'nın munkabız ve marazlı penceresinden seyretmeye mecbur olmak, ufkumuzu sığlaştırdı. Otuz"kırk seneden beri aynı lider kadrosunun munkabız çekişmeleriyle geçen iç siyasetimiz, Türkiye'nin gerçek vizyonunu idrak edebilmemizi engelledi. Türkiye, nâdir istisnalar hariç tutulursa en zaafiyetli hâlinde bile bünyesinde mevcut bulunan özgül ağırlığı, dış siyâset haline getirememiş olmanın sıkıntısını çekiyor. Eğer Türkiye'nin özgül ağırlığı dış siyâsetine aksettirilebilmiş olsaydı bugün Avrupa Birliği'ne girmek için sancılanan bir ülke olmaktan çok, Türkiyesiz bir Avrupa Birliği'nin başarı şansının tartışıldığı bir siyâsî iklimde yaşıyor olurduk.

Türkiye, yeni değil, yıllardan beri dış göç kabul eden bir ülke; sadece eski Osmanlı hudutlarının sancılandığı coğrafyadan başka bütün periferisinden göç alıyor. Bu olguyu yorumlamakta doğrusu biz "içerdekiler" bile zaman zaman şaşkınlık geçiriyoruz. Bu ülke, iki yüz seneden beri aydınları tarafından, "burada adam yerine konulmaktansa Frengistan'da ayakkabı boyacısı olmak yeğdir" küfrüne muhatap kaldı. Bardağın dolu tarafını görmezden gelmek, bizde zamanla mazoşist bir alışkanlık haline geldi.

İşin en güzel tarafı Türk halkının bu konuda aydınlarından daha incelikli ve etraflı düşünebilmesidir. Bir imparatorluk bakıyyesi olduğumuz hakikatini Türk halkı, "şüphesiz ilmiyle değil; ama "irfânı" ile" okumuş çocuklarından daha iyi kavramıştır; son iki asırdan beri Devlet"i Aliyye'nin siyâsî hudutları Anadolu'ya doğru geriledikçe, serhatlerden koparak Anadolu'ya ilticâ eden nüfûsumuz, bu topraklarda en azından can, mal ve ırz emniyeti, yiyecek bir lokma ekmek bulabilmişti. Bugün hiç de hoş olmayan bir gerekçeyle de olsa yeniden eski serhaddimizden Anadolu'ya doğru yeni bir misâfir akını ile karşı karşıyayız; seçim curnatasının en hararetli zamanında bulunsak bile Türk halkı, uzaklarda oturan yakın akrabalarına samimiyetle kucağını açıyor; devletimiz "tam da kendine yaraşan bir vakur bir inisiyatifle" lâzım geleni icrâ ediyor. Avrupa Birliği ve NATO üyesi nice "kuşkonmaz" müttefikimiz, bu talihsiz insanlara yardım hususunda armudun sapı"üzümün çöpü hesabıyla nekeslik ederken Türkiye âdetâ genetik yapımıza işlemiş bir hasletle 40 bin misafire kapılarını açmakta tereddüd göstermedi.

Türkiye bu işte; biz "içerdekiler", Türkiye'nin bu güzel çehresine meclûb olduğumuz için, onca hoyrat davranışına rağmen Türkiye'yi sevmekten ve ona kötü lâf iliştirmekten sakınıyoruz. Türkiye, özellikle insanına ve halkına karşı sorumluluklarını hatırladığında güzelliği soluk kesiyor.

Şimdi çorbada bizim de tuzumuz olmalı. Zaman okuyucularına Kosovalı misafir kardeşlerimize yardım etmek hususunda telkin ve tavsiyede bulunmaktan hayâ ederim. Eminim ki onlar gereğini ve kendilerine yakışanı "miktarı önemli olmaksızın" yerine getirmek hususunda ne yapacaklarını iyi bilirler.

Hoş geldiniz aziz misafirlerimiz; memleketinizin yerini tutmasa bile dostlar arasındasınız ve ekmeğimizi sizinle bölüşmekten şeref duyarız.


Kaynak (Arşiv)