Siyaset bu günler için lazım!
Bizim tarafın, "meselenin çözümünü tarihçilere bırakalım" tezi, tez değil bir kere; lâf! Hiçbir siyasi meselenin çözümü tarihçilere bırakılamaz, bırakılmamıştır. Ne zaman Amerikan Kongresi'ne şu mâhut "Ermeni soykırımı tasarısı" sevkedilse öyle olur; bizimkiler hemen Atlantik ötesine "Heyet"i nâsıha" cinsinden parlamento heyeti yollayıp lobi şirketlerini harekete geçirerek işi "bir başka bahara" kadar erteletmeyi başarırlar.
Her defasında tasarı ertelenir biz rahatlarız ama düşünemeyiz ki meseleyi ertelemek bizim açımızdan en kötü çözümdür; en kötü çözümdür çünkü bu terâne her yıl tekrar edilir; bu intizamlı tekrarlar daha şimdiden bir "sektör" görüntüsü kazanmış durumda zaten.
Bu meseleyi yarına ertelemekle Türkiye'yi şartlı salıverilmiş bir mahkûm gibi mahcur ve mahcup bırakan her hükümeti itham ediyorum. Ömer Seyfettin merhûmun meşhur "Diyet" hikâyesine döndü bu mesele. Yıllardan beri diplomatik arenada ezilen, aşağılanan, ithama uğrayan, boynu bükük duran biziz. Aradan doksan sene geçmiş; şu veya bu şekilde problemin çözülmesi "hikmet"i hükûmet"in icâbıdır, ertelenmesi değil. Nitekim görünen odur ki tasarı Kongre'de yine geri çekilecek, ertelenecek ve Ermeni lobisi kendi elleriyle inşa ettiği "sektör"ü bir yıl daha ayakta tutmuş olmaktan memnun bir hâletle tasarı dosyasını sümen altına itiverecektir; Türkiye'nin ödenmez miktarlara baliğ olan dış borçlarının yanında bir de bu gibi minnet borçları oluşmaya başladı ki bu sıkıntıdan kurtulmamız artık şart oldu. Buna mukabil bizimkilerin, "meseleyi tarihçilere bırakalım" teklifi pek safdilânedir. Reelpolitiğin gerçeği, tarihçilerin ilgilendiği cinsten "realite" değildir ki bir tarihçiler komisyonunun hakkaniyetli hakem kararı ile tarihle hesaplaşılabilsin!
Aslına bakılırsa bu konunun gündeme bile girmemesi gerekirdi ama siyasetsizlik böyle bir şeydir işte; günün hakiki konusu Türkiye"ABD ilişkilerinin geleceğidir. Türkiye açısından bu ilişkinin temâdiyet göstermesi için ani tehevvürler, fevrî çıkışlar kadar, karşı tarafça öngörülmüş profilsiz duruşlardan da kaçınmak lâzım. Başbakan'ın haydarâne bir edâ ile sarfettiği "burada bakkal dükkânı değil, devlet yönetiyoruz" sözleri bu yüzden bana fevrîlikten kaçınmak noktasında kararlı ama uygun tepki göstermek noktasında mütereddid bir tavır gibi göründü.
Hissedilebilir ve okunabilir bütün işaretler Türk"Amerikan ilişkilerinde bir kader noktasına doğru hızla yaklaştığımızı gösteriyor; Türkiye'nin, siyasi, iktisadi ve psikolojik bakımdan çok kolaylıkla "destabilize" edilir zaafiyetler sergilemesi düşündürücü. Öyle ki, dün Bingöl'ün bir mezrasında, önceki gün Tunceli'de meydana gelen PKK"KADEK eylemlerinin bile, Türkiye'nin güvenlik zaaflarına dikkat çekmek için tertiplenmiş birer ikaz olduğunu düşünmeden edemiyorum. Diplomaside "yumuşak karın" diye tabir edilen zaaf noktaları, Türkiye'de sayı itibariyle bir düzineye bile çıkarılabilir. Bir kısmı "resmi paranoya" ürünü kabul edilse bile ciddi bir çatışma ihtimâlinde Türkiye'nin elini zayıflatan çok sayıda hassas zaaf noktalarımız var: Ermeni tasarılarından Ege sahanlığına, Suriye ile su ihtilâfından Kıbrıs meselesine, bölücülük tehdidinden mezhep kışkırtıcılığına, AB ile ilişkilerden dış borçlara kadar bir yığın ertelenmiş problem Türkiye'yi gereken zamanlarda âtıl kalmaya zorluyor. Süleymaniye'deki saldırı, işbu zaafiyetler tablosu içinde en metin ve dayanıklı devlet kurumuna yöneltilmiş bir meydan okuma, külhanbeyi raconuna göre "omuz vurma" idi. Bu taktik hamle ile Amerikan tipi siyaset sığırtmaçlığının bir şeyleri test etmekte olduğu açıktır.
Çare siyasettedir; Türkiye'nin âcilen etkili, mâkul ve "tavır" gösteren zenginlik ve nitelikte siyaset üretmesi gerekiyor; vaktiyle meşru zeminlerde siyaset üreten muhitlerin yıldırılmış, baskı altına alınmış ve hatta aşağılanmış olmasının bedelini ödemeyiz inşallah.