Sistem ve budalalık üzerine
"Sistemler geçici olabilir fakat budalalık ölümsüzdür"
J. Michelet
Üçbeş günlük kaçamak tatilinde sadece onlarla hemhâl olmak, mümkünse yazmamak ve artık bâriz şekilde yorgunluk alâmetleri gösteren bedeni dinlendirmek için bir çanta dolusu kitapla yola çıktım.
Okumanın ve yazmanın başlıbaşına bir "iş", hem de hayli yıpratıcı bir iş olduğu gerçeğini inkâr etmek hoşuma gitmişti belki de, yanıldığımı bir kere daha anladım ve farkettim ki okumak ve yazmak tatilde görülecek işlerin en zevklisi ve en yorucu dinlenme biçimidir.
Çantamda neler vardı: Dostoyevski'nin "Budala"sı, Michelet'in "Rönesans"ı, Süreyya Farukî'nin "Osmanlı Kültürü ve Günlük Yaşam"ı, Yakup Kadri'nin "Politikada 45 Yıl"ı, Giovanni Papini'nin "Gog"u, Abdülhak Şinasi'nin "Çamlıca'daki Eniştemiz"i ve kadri bilinmemiş büyük hikâyecilerimizden Şevket Arı'nın "Sabrımı Denedim"i. Hepsini biteremedim elbette ama onlar beni dinlendirecek derecede yordular; darısı dostlar başına!
"Rönesans"ı M.E.B. 1989 yılında "Batı Klasikleri" dizisinden bir kere daha basmış; daha evvel Cemil Meriç'ten medhini duyduğumuz bu klasik kaynağı okumak ancak nasib oluyor. İlk intibâ, mütercim Kazım Berker'in kudretli fakat savruk tercümesi; sanki daktilodan çıktığı şekliyle hiç okunmadan, hiç düzeltilmeden yayınevine gönderilmiş gibi. Baskı felâket. Bakanlık forsuna yakışmayacak tertip ve dizgi hatâları, bu kitabın fikir dünyamızda niçin yeterince yankılanmadığını peşinen hatırlatır gibi. Verilen onca emeğe, paraya ve hepsinden mühimi okuyucuya yazık değil mi?
Yazının epigrafındaki cümle, Michelet'nin ortaçağ skolastiklerini yerdiği bir ibareden alınma. Söz doğurgandır. İmdi bundan sonrası, işbu sözün bendeki tedailerini merak edenler içindir.
SİSTEM?
"Sistem", yeryüzünde insan eli ve aklıyla tutunabilmek, bir düzen tesis etmek için ortaya koyduğumuz bütün gayretlerin müşterek ismi olarak tarif edilebilir. Bir sistem kurup işletmek ve onu ilânihâye işler halde tutmayı dilemek, insanın dilemmasıdır. Atılan her adım, kaydedilen her küçük başarı bizi ümitle gururlandırıyor; bir gün mutlaka ölecek olmamızın henüz yanlışlanamamış bilgisini hatırladıkça, bizden sonraya kalacak olana ve bizim ölümümüzle sona ermeyecek düzeneklere ümitlerimizi bağlıyoruz. Bilinen zamanlardan bu yana aksamadan işleyen, ayakta kalan ve "sistem kurma" emellerimizi haklı çıkaran bir örnek var mı? Evet, sistemler insan ömründen daha uzun olabiliyor ama bu, onlara ebedîlik kazandırmış değildir. Bir çakıl taşının ömrü, insandan çok daha fazla. İnsan eliyle biçimlenip yontulan taşlar sekizon bin sene varlıklarını koruyabiliyor; ehramların en kadîmi altı bin yaşında ama geçen her saniye ile beraber yıpranarak toz haline geliyor ve çölün kumlarına karışıyorlar. Ebedî olan çöl de değildir. XIX. yüzyılda, belki de sırf bu iddiayı isbat için pek çok mekanikçi bir "devri daim" makinası yapmak için muhayyilelerini kırbaçlayıp durmuşlardı. İstenen, bir kere çalışmaya başladıktan sonra dışardan enerji ile takviye edilmesine veya müdahaleye ihtiyaç göstermeden kendi kendine çalışan ve elbette sonsuza kadar çalışması istenen bir makina, hatta bir düzenek idi; bu bir sarkaç da olabilirdi, içerlek bir tepki içinde sonsuza kadar dönüp duran bir çelik bilye de; ama olmadı. "Enerjinin sakınımı" diye bir duvar vardı. Tasarlanan devri daim makineleri bazen günlerce hatta haftalarca tıkır tıkır çalışmalarına rağmen "enerji" duvarını aşamadılar ve durdular. Enerjinin sakınımı ve termodinamiğin kanunları, bize, mekanik detayların halli bir yana enerjinin kendini sürdüremeyeceğini gösterdi. Ucuna bir ağırlık asılan ip parçası da bir sistemdir, hem de çok yalın bir sistem fakat böyle bir sarkacın daima sallanıp durması imkânsızdır; sistem sâde fakat sonludur ve daha karmaşık sistemlerin sonluluğu hakkında kuvvetli bir fikir verecek derecede basittir. Kalıcılık kadar hiç aksamadan sürüp gidecek bir sistem inşâ etmek de neticede insanı çâresiz bırakan metafizik bir muğlaklık içinde görünüyor.
Bir sistem kurmak illâ ebediyet dâvâsında Yaradan'la yarışmak anlamını taşımaz; tam aksine bir süreyle mahdut olduğunu bilerek sistem kurmak, yeryüzündeki en mânidar eylemlerden biridir belki de. Bir mekanikçi mantığıyla Yaradan, enerjisi "sakınım" kanunundan bağımsız çoğaltabilen gücün adı da olabilir pekâlâ. Peki bir sistem tasarlayıcısı için "Yaradan" nasıl anlaşılacaktır? Şüphesiz ki o Yaradan'ı anlamaya ve tasavvura çalışırken insan eliyle kurgulanan sistemleri günün birinde sona erdiren, bu vadide kendisiyle rekabet edilmesine izin vermeyen, çok daha muktedir bir "sistem kurucu"sunun valığını hissedecektir, üstelik Yaradan'ı, yaratılmış herşeyi kendi âhengiyle işleyen çok daha kompleks, hatta anlaşılamaz derecede yüksek bir organizasyon kudretinin sahibi olarak tanıyacaktır. İşte insanı "kurtaran", daha doğrusu kendi sınırlılığını anlamasını kolaylaştıran ve böylelikle "ebedî sistem" kurabilmek hırsıyla insanı kendi tabiatının dışına sürükleyen (ki buna dinî ıstılahta "Zulm" adı verilmiştir) şuura bu noktada erişiliyor galiba. Sistem kurmayı tecrübe etmeden, zaten işlemekte olan sistemin anafikrindeki ve detaylarındaki yüksek tasarım gücünü anlamak kabil olmuyor.
"Bunlar hep bildiğimiz şeyler" diye düşünebilirsiniz; her insan, kendi çapında sistemler kurmayı denemiş ve işin zorluklarıyla karşılaşmıştır. İnsanın nankör tarafı, en azından uzunca bir süre için işleyen düzeneklerin onu çabucak kendinden emin kılmasıdır; insanın böyle bir tabiatı vardır, onun içinde ebedî olanı özleyen, ona doğru temâyül gösteren bir hassa mevcut. Doğrusu "ebedî" olana nasıl erişilebileceği hakkında geniş mânâsıyla "din"in söylediklerinden daha ciddi bir fikir yoktur. Dinin retoriği ise insana hitab yönüyle anlaşılabilir, doğruluğunu sınamak bakımından ise kapalı bir mahiyet taşıyor. Din, bildiğimiz anlamıyla bir ilim değil; dinî müteârifelerin (aksiyom) doğruluk ve isabetini ilmî usûllerle bilemeyiz. Din isbat sunmak yerine iman teklif ettiği zaman dindir; iman ise gayb, yani bilinemeyen, alışageldiğimiz usûllerle mahiyetini çözemediğimiz şeyler hakkında teklif olunur. İşte insanın en yaman dilemması budur, Michelet'nin tâbiriyle budalalığı ölümsüz kılan şey.
BUDALALIK
Rusça aslı hangi mânâya geliyor bilemem, Dostoyevski'nin meşhur eseri batı dillerinde "İdiot" karşılığı ile biliniyor; bizde ise şâheser bir buluşla tercüme edilmiştir. Budala. Genç kuşak için idiot, budaladan önce geri zekâlı, kısaltılmış haliyle "gerzek"tir. Ne var ki budala, zekâ kıtlığından, davranış tepki ve algı geriliğinden başka bir şeydir. "Budala"yı okuyanlar, yazarın tam da Türkçe karşılığı ile budala'yı anlattığını göreceklerdir: Prens Mişkin çocukluğundan beri sara illetine müptelâ, 27 yaşlarında fukara bir aristokrattır. Dostoyevski'nin de aynı hastalıktan muzdarip olduğunu öğrenince, sara belirtilerinin romanda nasıl ustalıkla tasvir edildiği anlaşılabiliyor. Bu hastalık Mişkin'i yetişkin vücutlu bir çocuk gibi yapmıştır: Düşüncelerini gizlemeyi bilmez, yalan söylemez, davranışlarının muhtemel sonuçlarını hesaplamaz, herkesi aynı derecede güvenilir bulur ve buna ilaveten saralılara mahsus bir önsezi geliştirmiştir. İlk temas edenler, kolayca aldatılacak saf bir tabiat bulurlar onda. Dostoyevski, Prens Mişkin tipinde âdeta yetişkin insanın, toplum hayatının gereklerine uyan, "medenî" vasfı taşıyan insanın tenkidini yapar; Mişkin'de günah eylemi yoktur; o, âdeta insanın en mâsum ve en doğru hâlini temsil eden bir ebedî çocukluğun timsâlidir. Prens Mişkin'in "budala"lığı, İncil'den bir âyetle yanyana getirildiğinde daha çok anlam ve derinlik kazanıyor: "Çocuklar gibi olmadıkça göklerin melekûtuna giremezsiniz". Ne var ki budalalık daha ziyade "İnsan hüsrandadır" âyetiyle asıl mânâ sahnını kazanıyor gibidir. Vâkıâ Asr sûresindeki âyetin devamında kimlerin hüsrâna düşmekten kurtulabilecekleri de kayıtlıdır fakat bunların istisnâ sayıldığı bellidir. Çoğunluk itibariyle insanlar hüsrandadır çünkü "İnsanların çoğu bilmezler"; belki bu nükteyi biraz da keyfî bir yorumla çünkü insanların çoğu çocukluk hâlinde kalmaz ve büyürler şeklinde ifade etmek de mümkündür.
SEFER VE ZAFER
Michelet'nin söylediği kapsamda budalalık kalıcıdır çünkü sâfiyetini kaybeden insan, kendi tabiatının dışına taşmak (zulm) için tam da büyümüşlere yaraşır bir iştiha ile ebediyete tırnaklarını geçirmek için didinmeye başlar. Süre ile sınırlı kalmaya mahkum başarılar, süresiz ve ebedî zaferler için karîne kabul edilir. "Bilgi" yemişi tatlı ve baştan çıkarıcıdır: Budalalar, elde ettikleri miktar ile elde etmeleri muhtemel bütün arasında istidlâl yoluyla her defasında "niçin olmasın?" heyecanıyla yeni bir âbı hayat formülüne eğilirler. Açılan her "kırkıncı kapı"nın ardından yeni ve daha çetrefil kırkıncı odalar belirir; zafer çığlıkları az zaman sonra bilenler ve farkına varabilenler nezdinde önce hayal kırıklığına, sonra müeddeb bir teslimiyete dönüşür. Teslimiyet edebi, aramamak değil "buldum" diye haykırmamaktır ki bu nükteyi bir Osmanlı alpereni "biz zafere değil, sefere memuruz" diye çoktan tesbit etmişti.