Sınırötesi değil, Atlantikötesi

Eğer dağlarınızda silahlı adamlar dolaşıyor ve siyasi bir maksadı gözeterek eylem yapıyorlarsa devlet olarak fazla tercih imkânınız kalmıyor; bu bir meydan okumadır, devletin manevi şahsiyetinde temerküz eden egemenlik hakkına isyandır ve görmezden gelinemez.

Meselenin bu raddelere gelmesinin birinci sebebi, PKK ve yandaşlarının "silahlı mücadele ve propaganda" stratejisinden vazgeçmeye kesinlikle niyetli olmayışıdır; bu tutumdur ki devleti bloke ederek silahlı mukabele, sindirme ve itaat ettirme yoluna sevk ediyor.

Şehit haberleri gelince yüreğimiz dağlanıyor, öfkeden kaskatı kesiliyoruz ve bu hâliyle daha fazla operasyon, daha fazla silahlı takip ve çatışma ve elbette sürüp giden insani kayıplar anlamına geliyor. PKK'lı isyancıların vurulması da buna benzer bir tesir yapıyor; daha çok kinlenme, politik bilinçlenme, yeni eylemler için kararlılık ve rövanşizm. Bu fasit daire 24 senedir kırılamadı; aşılamadı; "konuya biraz da sosyal ve iktisadi tedbirler paketiyle yaklaşalım" yolundaki temenniler de yarayışlılık haddini geçti.

Türkiye, -isabetli veya değil- mücadele üslup ve stratejisinden vazgeçemez; vazgeçtiği anda bu eda değişikliğini başta kendine izah edemez. Devletin bu noktada esneme payı sıfırdır. Kendine isyan eden silahlı çeteyle ateşkes ilan edip siyasi müzakerelere başlamayı kabul ettiği noktada, asıl o noktada Cumhuriyet'in temel nitelikleri ağır şekilde zedelenir.

PKK'nın esneme, geri çekilme, derdini daha siyasi usullerle izah edebilme avantajı var fakat bu avantajı kullanmayı aklından bile geçirmiyor; reel politiği doğru okumak lazım gelirse bölgenin genel dengeleri PKK'nın lehinde gibi görünüyor. İlk Körfez harekâtından sonra ABD tarafından 36. paralelin kuzeyinde oluşturulan güvenlik bölgesi uygulaması Türkiye'nin hareket kabiliyetini daraltırken isyancı güçlere büyük moral ve lojistik destek imkânları bahşetti. Bugün itibariyle Türkiye Cumhuriyeti, uluslararası anlaşmalardan doğan yakın ve sıcak takip hakkını kullanabilme imkânından bile mahrum bırakıldı. ABD, terör konusunda Türkiye ile aktif işbirliği içinde bulunmakta son derece isteksiz ve inandırıcılıktan uzak bir siyaset izledi. Türkiye ise ABD'ye karşı bugüne kadar net bir tavır alamamış olmanın sıkıntısını yaşıyor.

Açık konuşmak gerekirse Türkiye'nin PKK terörünü askerî yolla caydırmak ve sonuç almak ihtimali kalmadı. Ne yazık ki 22 Temmuz seçimleriyle parlamentoda temsil edilen DTP, kendisinden beklenilen itidal yaklaşımlarını üstlenmekte gönülsüz davrandı. Bugün PKK terörü, Türkiye ile ABD'nin bölgede giriştiği üstü kapalı mücadelenin görünür kısmını teşkil ediyor. Bölgede asıl muhatabımız Amerika'dır ve bugüne kadar iç meselemiz olarak değerlendirdiğimiz bu problemin, aslında bir ucu AB'ye, öteki taraftan ABD'ye bağlı olduğunu görüp kabullenmemiz gerekiyor. Kabullenilemeyecek yegâne şey, Türkiye'nin üniter yapısını haleldar edecek çözüm teklifleridir; bu nokta Türkiye'nin, Cumhuriyet'in direnç noktasıdır. Bu noktada taviz vermek Türkiye'yi ülkesi, milleti ve siyasi rejimi ile kaosa götürür.

Bu gibi hâl ve günlerde "lâf ola beri gele" kabilinden tekrarlanmaya başlayan sınırötesi operasyon talepleri, artık ciddiyet sınırlarını aşarak sinir bozucu bir espriye dönüştü. Meselenin adı doğru konulsun; sınırötesi yerine Atlantikötesi operasyondan bahsetmek daha gerçekçi olacaktır.

Elbette böyle bir operasyona kimin ne kadar niyeti var; ayrı meselelerdir. Bu yüzden hükümetin krizi yönetirken çok hassas ve kararlı davranmasını, klişe beyan ve tavırlardan kaçınarak, % 47'lik seçmen desteğinin hakkını verip artık bölgede, "bilumum" sınır ve Atlantikötesi muhataplarına karşı inisiyatifi ele alması beklenir.

Gerisi maalesef, -ne derler hani?- teferruat!---


Kaynak (Arşiv)