Sinirli yazı
Bizde hükûmet edenler, şûranın, meşveretin, danışarak iş görmenin faziletine ve güzelliğine dair teorik sözler söylemeyi pek severler, nitekim Başbakan’ımız da aynı minvalde konuşuyor: “İstişare bütün tarihimiz boyunca bizim devlet ve idare geleneğimizin aslında en temel unsurlarından biridir. Alacakları kararları çevresindekilerle iştişare edenler çevrelerindeki alimlere, gönül insanlarına, kanaat önderlerine bilgi ve tecrübe sahibi zatlara sunanlar iyi birer devlet adamı, iyi birer idareci olmuş, sormayanlar ve danışmayanlar ise yanlış kararlarıyla zulme ve zulmete kapı aralamıştır.”
İyidir, güzeldir de liderin istediğini gözünden bilip, ona göre hüccet getirenlere danışmak meşveretten sayılmaz. Alınız Taksim Kışlası meselesini. Birkaç köşe yazarı dışında şu projeyi savunan yok; aleyhinde bulunan daha çok; kahir ekseriyet ise çekimser, “Taksim’e ne yapılacağından bana ne?” havasında. Neticede Taksim Kışlası halkın geleceğini ilgilendiren bir mesele de teşkil etmiyor ama Başbakan, zihninde tamamladığı projeler konusunda kesin inançlı. Şöyle diyor: “Kışlayı yeniden yapacağız dedik ve hemen anamuhalefet karşı çıktı. Denizin dibinden 3-5 tane çanak çömlek bulunmuş, çatal kaşık bulunmuş, bunları koruyorsun ama Taksim Meydanı’ndaki devasa kışla, gayet güzel mimari estetiği hepsi güzel ve bunu korumuyorsun. Bu ideoloji değil de nedir?”
Taksim’e tarihi kışla görünüşlü bir AVM yapılmasına karşı çıkanlar ideolojik tepki gösteriyor olabilirler ama bu projeyi savunacak ideolojik gerekçeyi kitaplar henüz yazmadı.
Doğrusu Taksim Kışlası pek umurumda değil ama nerede geniş arsa görse, oraya hemen şöyle irikıyım, mutantan, âbidevî bir bina çökertmeyi düşünenleri de bir türlü anlamıyorum. Frenklerin “Horror vacue” (Boşluk korkusu) dedikleri şeyin tezahürü müdür, nedir? Oysaki güzel şehirleri, hatta bütün güzellikleri farkettiren unsur çerçeveler, boşluklardır: Park, meydan, koruluk veya düpedüz boşluk, yani nefes...
Karşı çıkanların iyi-kötü bir gerekçesi var; Başbakan’ın gerekçesi nedir Taksim Kışlası hakkında?
Ve Osmanlı’da başkanlık ve eyalet sistemi meselesi hakkındaki iyi incelenmediği için üstünkörü hissi veren değerlendirmeler: “Bizim ecdadımıza baktığımızda Osmanlı bunu yaşamış” cümlesini okuyunca Başbakan’ın kamuoyuna “Milli içkimiz ayrandır” tesbitini andırır bir dedikodu mevzuu açtığını düşünmedim desem yalan olur. Galiba şöyle bir zehâbdan hareket ediliyor: Padişahlar güçlüydü, Osmanlı idari sisteminde de eyalet idaresi vardı; öyleyse…
Osmanlı’daki eyalet kavramını ve tatbikatını, günümüzdeki federatif yapılarla mukayese etmek için ise hayalhânemizin hayli vâsî olması icab ediyor!
Eğer şu çözüm meselesi, federatif yapıya geçişe, eyalet idarelerinin ihdâsına ve dolayısıyla başkanlık sistemine vâbeste ise (“Bağlı” da diyebilirdim ama vâbeste’nin tam yeridir!) veyl bizim ahvâlimize! Sair zamanda eyvallah; başkanlığın, fıstîkî yeşilli versiyonu dahil, bilcümle çeşidini müzâkere eder, konuşuruz; eyâlet de öyle velâkin kamuoyunun kulağı alışsın diye pes perdeden terennüm edilen bu kabil alengirli fikirlerin hiç yeri ve zamanı değil; hem de hiç. İleride belki; şimdilerde ise telâffuzu bile muhataralı bir keyfiyet! Olacak iş değil.
Siyasetten pek anlamam ama aklımdakini söyleyeceğim: 2014’ü selâmetle geçirmek için en iyi yol, devlet başkanını halka seçtiren anayasa maddesini eski haline getirip memleketi politik kriz ve seçim sadmeleri kâbusundan halâs etmektir. Söyleyeceğimi söyledim.