Sinan’ın kafatasını buldum ve işte açıklıyorum...
Mimar Sinan’ın kafatası meselesi, pespâye siyasi ortamın iki günde bir değişen tüketim listesi içinde, birkaç gün konuşulduktan ve biraz toz kaldırdıktan sonra unutuldu gitti. Artık hepimiz eminiz ki, iktidar danışmanları arasında, ‘halkı birkaç günlüğüne neyle meşgul edip dikkatlerini nasıl dağıtabiliriz’ diye sabah-akşam kafa yoran insanlar var.
Sinan’ın kafatası konusu bunlardan biriydi. Şimdi biraz hafıza tazeleyip konuyu toparlayalım.
“O mübârek kafatası”
Nisan başlarında Başbakan Davutoğlu, Süleymaniye Külliyesi’nde düzenlenen bir gösteri sahnesine çıkarak Sinan’ın kayıp kafatasını bulmak için inceleme talimatı verdiğini söyledi ve, “Elimizdeki imkânlarla DNA testleri de dâhil olmak üzere Mimar Sinan’ın o mübarek parçasını, bedeninin diğer parçaları ile buluşturup bu kara lekeyi silmek için adım atacağız.” dedi.
Biliyorsunuz, Davutoğlu ecdad, din, kahramanlık, vatan, milli menfaatler gibi meselelerden bahsedeceği zaman sesine ve edasına, hiç beceremediği bir hamasi ton katmayı çok seviyor. Bu cümlelerin o eda ile söylendiğini belirtmeye gerek var mı?
Dolikosefal olsa ne yazar ki?
Sinan’ın kafatası konusu, genç cumhuriyetin tarih konusunda nasıl kompleksli bir kafa karışıklığı yaşadığını gösteren hazin bir hikâyedir. Özetliyoruz:
Romalılar’a atfedilen meşhur bir söz vardır: “Ya yeni bir yol bulacağız veya kendimize yeni bir yol açacağız!”. Rivayete göre Türkiye’nin tarih inkılabı arayışı içinde olduğu 1935 yılında Türk Tarih Kurumu üyelerinden Hasan Ferit Çambel, Âfet İnan ve Şevket Aziz Kansu, herhalde kendilerine verilen bir direktif üzerine Süleymaniye Külliyesi’ndeki Sinan Kabrine gelip ‘feth-i kabir’e başlıyorlar. Mezar açılıyor. Çürümüş vücut kemikleri içinde hâlâ sağlam durduğu anlaşılan kafatası bulunuyor. Şevket Aziz Kansu’nun bu esnada kafatası ölçerek ırk tespiti yapmak için kullanılan pergel ve sair âletlerle kafatasını ölçüyor ve kafatasının Brekisefal olduğunu tespit ettiğini düşünerek, “Arkadaşlar, Sinan Türk’tür” müjdesini veriyor.
30’lu yılların ırkçılık teorilerine göre insanlar kafatası ve kemik ölçülerine göre tasnif edilip bazılarına ‘medeniyet yapıcısı, olumlu ırk’, kimine ise ‘insanlığın süprüntüsü, aşağı ırk’ vasfı veriliyordu. Kansu’nun sözlerinden Brekisefal kategorisinin, ‘iyi bir ırk’ olduğu anlaşılıyor.
Bingo! Mezar kapatılıyor. Heyet, kafatasını alıp Ankara’ya dönüyor. Güya kafatası, kurulacak olan Antropoloji Müzesi’ne kaldırılacaktır.
Hayır, müze kurulmuyor. Sinan’ın kafatası da o günden beri kayıp. Ara sıra popüler tarih yazarları meseleyi harlandırıp gündeme getirirler fakat 80 senedir Ankara’nın devlet mahzenlerinde böyle bir kalıntıya tesadüf edilmemiş.
Kim bilir nerededir? Muhtemelen bir gece yarısı yine talimat üzerine Cebeci’deki devlet erkânının yattığı mezarlığa defnedilmiştir!
Durun, siz kardeşsiniz!
Ama durunuz… Bir son dakika gelişmesiyle bu dramatik hikâyenin tamamen güme gitmesi gibi bir ihtimal belirmiş bulunuyor. Araştırmacı Cengiz Özakıncı’nın, “Mimar Sinan’ın Kafatası ve Unutulan Gerçekler” başlıklı yazısında yukarıda geçen rivayetin tamamen uydurma olduğu ileri sürülüyor. Özakıncı, bu pek sevilen ve tutulan söylentinin, bizzat Âfet İnan tarafından 6 Ağustos 1935 tarihli bir açıklamayla yalanlandığını belirtiyor. Kabri çok sonraki bir tarihte (1963) türbenin rölevesini çıkarmak maksadıyla mimar Sedat Çetintaş’ın açtığı ve cesetten geriye çürüme sebebiyle hemen hiçbir şeyin kalmadığı ayrıntısını da yine aynı yazıda okuyabiliyoruz (bkz. http://www.guncelmeydan.com/pano/mimar-sinan-in-kafatasi-ve-unutulan-gercekler-cengiz-ozakinci-t39265.html)
Hmm, durum daha da karıştı! Naapacağız şimdi?
Ne yani, ağız tadıyla bir tören yapamayacak mıyız?
Böyle bir hadise yaşanmış olsun veya tamamen uydurma kabul edilsin; bir gerçek değişmeyecek: Pek ihtimal vermiyorum ama diyelim ki Ankara’da bir devlet kasasında kafatası bulundu. Ne olacak? Tabii ki törenler düzenlenecek, hamasî nutuklar atılacak, mevlitler okunup hatimler indirilecek veee…
Mimarlarımız, özellikle camii projesi üreten mimarlarımız yine bildikleri üzere saçma-sapan camiiler inşa etmeye devam edecekler…
O kafatası benim kütüphanemde duruyor!
Karışan zihinleri düzene sokmak ve başta sevgili siyaset adamlarımız, sanat tarihi camiamız ve hasseten ecdat yâdigarına pek meraklı ve hürmetli kamuoyunu bir nebze olsun teskin edip, onları ahdiş-i ezhân’dan kurtarmak için neler yapabileceğimi şöyle bir gözden geçirdim vee…
Başta sayın başbakan olmak üzere, bu önemli ve –elbette gizli!- sırrı açıklamaya karar verdim.
İsteyenler, bu açıklamam üzerine konuyu hemen yine ‘paralel’e bağlayabilirler; hele konuyu bir kısım savcı ve muhbir arkadaşlara havale ederlerse kafatasını paralel yapılanmanın fişteklendi bile anında ortaya çıkar; Olsun, benim için mahzuru yoktur!
Arkadaşlar, sevgili kamuoyu, sanat tarihçilerimiz, mimarlarımız, sayın başbakan ve danışmanları, konuyla ilgili herkese buradan ilan ediyorum.
Mimar Sinan’ın kafatası kayıp değildir, bilakis muhtelif parçalar halinde benim mütevazı kütüphanemde mevcut bulunuyor.
Bir parçasını edinebilmek için bundan üç yıl kadar önce hayli okkalı bir ücret ödedim ama alıp eve getirdikten sonra verdiğim parayı helal ettim. Bu kafatası parçası sanat tarihçiliğimizin yüz akı Prof. Dr. Gülrû Neciboğlu’nun nice bir emekle kaleme alıp yıllarca uğraştığı “Sinan Çağı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Mimari Kültür” adlı ‘muhalled’ eseridir.
‘Muhalled’ ne demek, izah edelim: “Sürekli olarak duran, eskimeyen, yıpranmayan,. Her daim tazeliğini koruyan, baki olan anlamına geliyor ve Arapça “huld” kökünden geliyor.
Okuyunca gördüm ki bu kitap Sinan’ın kafatasından ibaret değildir, onun da üzerinde bir kıymet taşıyor; bu kitap bir mimari dehânın beynini, zihnini içindekileri, eserlerinden ve yaşadığı zamanın ipuçlarından hareketle yeniden bir araya getiriyor.
Bugünlerde aynı nüfus kâğıdını taşımakla övünç duyabileceğim adam sayısı bir hayli azaldı. Gülru Neciboğlu hanımefendi işte o eli öpülesi zevattan biridir. Sinan’ı merak edenler alıp okusunlar kâfi.
Söylemiştim, hediyesi biraz okkalı ama her kuruşuna değer ve zannediyorum bu günlerde gözden geçirilmiş yeni bir baskısı ya yapıldı veya yapılmak üzere; bulunmayacak fırsat!
İkinci parça da kütüphanemde…
Sinan’ın kafatasından ikinci parça, (evet, iyi tahmin ettiniz!) yine bir kitap! Eserlerinin mükemmele yakın bir retrospektifi (retrospektif, bir sanatçının, sanat hayatı boyunca yaptığı eserlerden derlenmiş sergilere verilen isim) Sinpaş Holding’in katkılarıyla yayınlandı; fiyatını bilmiyorum çünkü hediyyeten edindim.
Mustafa Aksay’ın hazırladığı ve sunduğu, Prof. Dr. Subhi Saatçi’nin metinlerini kaleme aldığı “İmparatorluğun Mimari Dehâsı; Sinan Atlası” adlı bu eser, Sinan’ın doğrudan veya dolaylı olarak inşasını biçimlendirdiği eserlerin ilmî bir kataloğunu veriyor.
Katalog da nedir yahu deyip geçmeyelim aziz cemaat! Katalog, yani tasnif ve değerlendirme, ilmî merak ve dikkatin ilk adımı sayılsa yeridir. Güzel fotoğraflarla zenginleştirilen bu önemli eser, ‘Sinan büyük adamdı’ diye hava atacakların önceden mutlaka malumu olması gereken önemli bir verimdir. Dikkatlerinize arz ediyorum.
Bir parça daha var kütüphanemde, onu da takdim edeyim: Rahmetli Mimar Turgut Cansever Hocamızın “Mimar Sinan” isimli eseri de nadide bir eser ve hâtıra olarak elimde mevcut bulunuyor; üstelik imzalıdır da!
Daha başka parçalar da var şüphesiz, yüzlerce makale, kitap ve tebliği de “Sinan’ın Kafatası” kavramı içinde düşünmemiz gerekiyor. Emek verenler sağ olsunlar; onlar bir kafatası parçası aramak yerine, hâlâ ayakta duran eserlerinden yola çıkarak Sinan’ın zihnindekileri ve beyninin nasıl çalıştığını bizler için yeniden bir araya getirdiler.
Sayın başbakan Mimar Sinan’ın ‘o mübarek parçası’na çok değer veriyorsa ki eminim öyledir; bahsettiğim ve bahsetmek imkânı bulamadığım bu eserleri satın aldırarak bütün okul kütüphanelerine koydurmalıdır.
Sinan’ın hâtırasına ve –eğer çok meraklısı iseniz- kafatasına yapılacak en büyük ihtiram budur!