Simitçi
Üç saat için bu karda soğukta koca yolu tepmek yerine bekleme salonunun bir köşesine tüneyiverse ne olurdu; pekâlâ olurdu lâkin istasyon müdürünün kesin tâlimâtı var:
-Yolcu olsa neyse; ipini kıran burada sabahlayamaz; söyleyin ona, tren olmadığı vakitler dolaşıp durmasın buralarda... Otel midir burası, han mıdır, dışarıda beklesinler...
“Kesin talimât”ı Halil İbrahim’e tebliğ eden hareket memuru, “Adam haklı biraz” dercesine baktı: “Doğru değil İbrahim, genci var yaşlısı var, genç kızı var; anladın!”
Anladı elbet. Dâvâ Gülendam. Gülendam, müdürün en büyük kızı, lise ikiye gidiyor. Halil İbrahim ne zaman onu görse içinde katmer katmer kızıl bir karanfil açıyor, türüm türüm tütüyor.
Ne uykuda ne uyanık. Ekspres te’hirli değilse 3.30 gibi buralarda olur. Yaşlı teyzesinin ılık eli saçlarında: “İbrahim, İbrahim... haydi oğlum; tren ha geldi ha gelecek!”
Uyumuyor ki zaten. Ökçesi delik yün çorabını giyerken teyzesi, “Kapının arkasına iki dal sandık tahtası bıraktım. Ortalık ayaz, üşüme oralarda.” diye tembihleyip gece namazı için abdeste gidiyor. “Şöyle trencilerin giydiği cinsten kalın, içi kürklü bir meşin gocuğum olsa vız gelirdi bu ayazlar bana” diye iç geçiriyor genç adam. İki gömleğini üstüste giyip eski ceketini, kasketini çekiyor başına.
Ay parlak. Bayatlayıp sertleşmesin diye üstüne kalınca bir bez örttüğü simit tablasını kucaklıyor. Tam kapıdan çıkarken yine teyzesinin sesi:
-Kapının arkasında oğlum tahtalar; götür de ısın, unutma...
İki sokak geçip köşeyi dönünce istasyonun uzak ışıkları lacivert gecede beliriveriyor, “Köpekler musallat olmasa bari” diye temenni ediyor içinden, sonra hemen “Köpeğe razıyım, kurtlar düze indiyse fenâ” diye endişeleniyor. Geçen sene bu vakitler ekspres dönüşü kurtlar düze inmişti de sabaha kadar istasyonda beklememiş miydi? “Geçen seneki soğuk yok neyse bu sene.”
Simit tablası ağır değil, yol uzun ama.
Kar atıştırmaya başlıyor. Tuhaf; yıldızlar takıp takıştırmışlar gelinlik kız gibi gökyüzünde süzülmekteyken, “Bu kar neyin nesi ola; ayazın öfkesi midir nedir?” Eh, soğuğun hatırı sayılır; böyle havalarda bazen serpiştirdiği olur karın, arkası uzun sürmez.
Şehirle istasyon arasında çiğnenmekten ince bir patika haline gelmiş yolda üşümedik yeri kalmadı; hele ayakları. “Gocuk olmalıydı ki!” diyor içinden yine. İstasyonun ışıkları büyüyor, uzaklarda uluma sesleri “Kurt mudur, köpek midir?”
Kimseler yok. Neyse ki istasyonun önündeki lamba yanıyor. Bekleme salonunun önünden geçip içeriyi kolaçan ediyor. Binecek yolcu yok. Hani mevsim yaz olsa neyse; yine de üçbuçuk ekspresine birkaç yolcu çıkardı ama...
Gişe açık, içeride Kemal’in karaltısı belli belirsiz. Gece trenleri için gişeyi açınca gişe memuru Kemal zaman boş geçmesin diye evrâd okuyor, tesbih çekiyor. İbrahim’in duyduğu doğruysa “bağlı” imiş. Düzgün adam.
Simit tablasının ayaklarını açıp yerleştirdi Halil İbrahim. Örtüyü kaldırıp simitleri yokluyor. 18 tane simidi var; fırından çıkalı şöyle böyle bir gün olacak. “Bayat değil pek ama gece yolcusu için idare eder” diyor içinden.
Tehiri sormak da yasak değil ya; kapıyı açıp Kemal’e “Durum nasıl” der gibi işmar ediyor. Kemal parmağının yarısını gösteriyor, “Yarım saat”. Bu havada... dışarıda...
Kemal, çağırmasına çağıracak içeri İbrahim’i ama müdürün ters tarafına rastlamaktan çekiniyor. Aslında aksi bir adam değil, kötü bir memur hiç değil velâkin İbrahim’e taktı bir kere. Bir defasında Gülendam’ı lojmanın penceresinden İbrahim’e bakarken mi görmüş ne...
Yarım saat nasıl geçer? Ayakkabının dışarıdan sağlam göründüğüne bakmayın siz öyle; altı mukavvadan beter. Ayakları buz kesmeye başladı. Yerinde zıplayıp ısınmaya çalışıyor. Faydasız!
Koltuğunun altına sıkıştırdığı sandık tahtalarını yere bırakıyor. Gaz tenekesini ağaçların altına sakladığı yerden alıp getiriyor. Zaten kâğıt gibi incecik tahta parçalarını eliyle çıtır çıtır kırıp çatıyor tenekenin içine. En incesini çıra gibi tuturuk seçip muhtar çakmağıyla tutuşturuyor.
Sonra itina ile tahtaların arasına yerleştirip ateşin nazlanmasını seyrediyor.
Sen bilemedin on dakika dayanmaz bu tahta Halil İbrahim, bari talih yüzüne gülse de ekspres vaktinde geliverse. Beş dakika bile durmaz zaten, alelacele pılısını pırtısını toplayıp oflaya çuflaya çeker gider.
Ateş büyüyor, ohh sıcacık, önce ellerini ısıtıyor, ardından ayakkabılarını teker teker çıkarıp tek ayak üstüne durarak onları ateşe tutuyor. İşe yarıyor ama yere basar basmaz kayboluveriyor sıcaklık.
Ah, niçin gelmiyor bu tren; hani bir güzellik yapıp vaktinde geliverse; yolcular Halil İbrahim’in simit tablasını görür görmez aşağı koşuşturup yağmalayıverseler simitleri. Fırına geçen haftadan oniki lira borcu var İbrahim’in. Onsekiz simit, simit başına 35’er kuruştan... ne ediyor? Yirmi tane olsa 7 lira, 70 kuruşu düş, 6 lira 30 kuruş.. İyi para... İyi para da hangi gediği kapatır oğlum Halil İbrahim. Kömür çıkmış bilmem kaça? Öyle deme be teyze, rızkın peşine düşmek gerek. Nasib işi bu...
“Karıncanın rızkını veren Allah...” dediğini hatırlıyor teyzesinin; kadıncağız gülümsüyor ama acı.
İşte tahtalar kâğıt gibi bükülüp çöküverdiler tenekenin dibine, “Kendini bile ısıtmaya mecâli yok bu tenekenin” diyor; utanmayı, azarlanmayı göze alıp dalsa mı bekleme salonuna; “İnsanlık öldü mü yahu, donuyorum, var mı ötesi” diye köşedeki ılık sobaya sarılsa...
Kemal bir şey söyler mi; söylese Halil İbrahim kaldırabilir mi bakalım?
Parmak uçları sızlıyor Halil İbrahim’in, ayakları iğneleniyor. Kulakları adamlıktan çıkmış, bıçakla kesilmiş gibi acımakta.
Tren gelmiyor bir türlü; gelsene namussuz, ölüyoruz ulan!
Arka tarafta kar örtüsüne düşen ağırca bir şeyin tok sesi; ne oluyor yahu; ardından telâşla kapanan bir pencerenin menteşelerindeki paslı gıcırtı...
Dur bakalım, nedir o, “sesirgemiş olmayalım?”
Dönüp yan taraftaki istasyon binasının civarına, sesin geldiği yere bakıyor.
İki tane irice odun parçası duruyor karların arasında.
Halil İbrahim başını kaldırıp, odunların hangi camdan atılmış olabileceğine bakmıyor; kalbi söylüyor ona olup biteni...
Can çekişen ateş harlanıyor; dört cihetten sıcak güneşler doğuyor, şarkıda söylendiği gibi iklim değişiyor, Akdeniz oluyor, Halil İbrahim gülümsüyor...
Tren geliyor, tren duruyor, tren gidiyor.
Trenle Halil İbrahim’in simit tablası arasındaki taze kara hiçbir yolcunun ayağı değmiyor. İbrahim, tablayı omuzlayıp katarın dışarıya ışık düşüren bütün pencerelerinin önünden danseder gibi geçiyor: “Simit, simitçi geldi...”
Olmuyor; simitler elde kaldı işte; kalıversin. Hava nâkıs 26 dereceymiş, oluversin...
Çok tren var geride şöyle bir uğrayıp gidecek; fırınlardan milyonlarca taze, dumanı üstünde nar gibi kızarmış susamlı simitler çıkacak. Halil İbrahim milyonlarca simit satacak bu istasyonda. Uyuklamayacak, üşümeyecek, hep gülümseyecek...