Sıkıcı bir izah

Türkiye tarihinin en büyük mitingi deniliyor; doğrudur ve bunca insanı bir araya getiren endişenin ne olduğu hakkında iyiniyetle teemmül edilmesi lâzımdır. Bana göre "Siyasal rejim, Cumhuriyet kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır" cümlesi gerçeği ifade etmiyor fakat bu fikre samimiyetle inananları anlamak gerek.

Bu derece güçlü koruyuculara sahip olduğu halde rejimin hâlâ tehlikede sayılması, hakikati değil korkuyu yansıtıyor: "Vatan tehlikede, rejim tehdit altında" feryatları bazı insanları evinden uğratır, sokaklara düşürür ve Jakobenlere normal şartlarda arayıp bulamadıkları siyaset menfezleri aralar. Mesele Türk siyasetinin Jakobenleri değil, mesele mitinge katılan kalabalıkları yöneten korku.

Tayyip Erdoğan ilk defa belediye başkanı seçildiğinde aynı korkunun âdeta elle tutulur hale geldiğini seyretmiştik ekranlarda: "Lokantada içki içebilecek miyim, otobüslerde haremlik-selâmlık ayrımı mı başlayacak, başım açık sokağa çıkabilecek miyim?" endişesi hâkimdi; bugün aynı korkunun kitleye bulaştırılmaya çalışıldığını hissettim ve bana öyle geldi ki Tandoğan'a gelen sıradan insanların çoğu, hayat tarzlarına tutunmak, onu savunmak ve kendi hayat standartlarının gerisine düşmemek için birbirlerinin sıcaklığına yaslanmak ihtiyacında idiler.

Siyaseti, hayat tarzlarının çatıştığı bir düzlem haline getirmekte herkesin ayıbı ve kusuru bulunuyor. Siyaseti temel değerlerden sonra başlayan bir süreç olarak tarif etmek kimseye cazip gelmedi; bilakis siyaset hayat tarzı ile iç içe geçirilerek sunuldu. Bu, dolaylı olarak seçmene hakaretti: "Seçmen bizim programımızı anlayamaz, öyleyse programımızı rövanşist duygular ve tehdit unsuru ile paketleyerek korkularına hitab edelim". Bu tesbitimin doğru olduğunu zannediyorum çünkü hayat pahalılığından başlayarak dış politikaya kadar bütün meselelerimiz, siyasi sınıf -bürokratlar da dahil- tarafından halka bu ambalajla aksettirilmektedir. Bu yüzden siyasi hayatımızda programlar ve onun teknik tafsilatı değil, ideolojik unsurlar öne geçiyor; kötü siyasetçi ülkeyi parselleyip satan ve vatana ihanet eden siyasetçi gibi takdim edilirken iyilere hâliyle vatanı kurtarmak görevi düşüyor. Böyle bir çelişki üzerinden yürütülen siyasetin mahzuru, siyasetin gerçek zeminine dokunamamaktır ve bu çerçeve olup biteni izaha elverişli bir fikir sunuyor.

Türkiye'de hayat standartları geri döndürülemez bir istikamette modernleşiyor ve yükseliyor; bu olgunun tam açılımı, -iki zıt örnek sandığımız- Recep Tayyip Erdoğan ile Deniz Baykal'ın hayat standartları ve gelecek beklentileri arasında hiçbir fark olmadığını ve olamayacağını gösterir. En sıkı Ulusalcı ile en şedit İslâmcı arasındaki ortak bağ, modernlik alâmetleridir ve bunda şaşılacak bir hâl yoktur. Köylülüğün tasfiyesi ve küçük burjuvazinin tahkimatı henüz tamamlanmadığı için, bu sancılı geçiş devresinde sanki hayat tarzı ve dünya görüşü birbirinden farklı siyasi grupların varlığını vehmediyoruz; bu bir yanılgıdır. Bir modernleştirme projesi olarak Atatürkçülük, Atatürkçülüğe taraftar veya aleyhtar olduğunu zannedenleri ayırmıyor, modernlik çizgisinde birleştiriyor. Türkiye'de modernlik ve modernite aleyhtarı bir siyasi akım yok: Sağcı zannedilen kitleyi hiçbir sağ iktidar artık daha az tüketmeye iknâ edemez; kendilerini Ulusalcı veya solcu zannedenler de fikir hürriyeti standartlarından geriye düşmeyi kabullenemezler.

Peki, o halde görünürdeki gerilimin sebebi ne? Açık: Bürokrasi, geleneksel iktidar pozisyonlarını terk etmeye rıza göstermiyor ve bunu açıkça dillendiremediği için güreşi ideoloji minderine çekmeye uğraşıyor. Cumhurbaşkanı'nın en acıklı konuşmasını, sıradan vatandaşın kaldırımından bile geçemediği korunaklı bir binada Harb Akademisi öğrencilerine hitaben yapmasındaki anlam çok berraktır ve işbu bürokratik dayanışma arzusunun izharıdır.


Kaynak (Arşiv)