Şiddetin iki çehresi
Terörizmin kendisine ideolojik libaslar biçmesi zihin bulandırıcı; teröre yeltenmek, hiçbir ideolojik gerekçeye uğratılmadan doğrudan bir şahsiyet zaafı olarak mahkum edilmeli. Ne var ki terör yoluyla da olsa şahsiyet zaafını izhar etmenin medyatik bir kıymeti var; gazete manşetleri, şahsiyet zaafından kaynaklanan düşkünlüklerin mandallandığı çamaşır ipine benziyor. Haberleşme hürriyetinin yarattığı çelişkilerden birisi de bu; medyatik ilgiye mazhar olmasaydı, hiçbir şiddet hadisesi terör boyutuna ulaşamazdı. Öyle ki, manşetlerde terörün lanetlenmesi bile terörün öngörülmüş hedefleri arasında yer alıyor.
İdeolojik eylemin herhangi bir noktasında teröre yeltenmeyi göze alan her örgüt, kendi psikopatlarını da inşa etmek zorunda. Sıradan; ama vasati insani değerlere sahip bir insandan bir terörist imal etmek kolay bir iş olmasa gerek. Terörle mücadele etmekle görevli olanların işin bu yönüne; yani vasati bir şahsiyetin şuurlu bir tarzda yıkılarak yerine bir şiddet makinesinin ikame edilmesi sürecine de dikkat kesilmiş olduklarından emin olmak isterdim.
En adi yüz kızartıcı cürümlerden saydığımız hırsızlığın, rüşvetin, irtikabın bile faili açısından izah olunabilir; hatta affedilebilir bir tarafı var; ama kimliği bilinmeyen sıradan insanlara yöneltilmiş şiddetin bu cinsten bir bahaneye sığınabilmesi kolay görünmüyor. Bindiği ticari taksinin bigünah sürücüsüne "bekle, hemen geliyoruz" deyip koltuğun dibinde bomba koyan eylemci, şahsiyet yıkımının son raddesinde insani vasıflardan tard edilmiş çehre olarak canlanıyor zihnimde. Herhangi bir adrese değil, hüviyeti bilinmeyen kişilere yöneltilen şiddetin mazereti yok. Bu cinsten aşağılık bir eylemi, birkaç örgütün birden üstlenebilmesi, şaşırtmacadan çok bende eylemin medyatik karından istifade etmek hırsını hatırlatıyor.
Devletin görevi, eylemciyi eylemden sonra veya daha iyisi eylemden önce yakalamaktan ibaret olmasa gerek; bu derece şahsiyet yıkımına uğramış insanları "eğiten" süreçlerin de denetlenmesi, kontrol altında tutulması ve caydırılması da devletin omuzlarına binen bir vecibedir. Modern devlet, kafaların içine girmek, düşünce süreçlerini denetlemek ve kontrol altında tutmak görevini gönüllü olarak; hatta iştahlı bir heveskarlıkla üstlendi. Umuma yönelik şiddet eylemlerinden zarar görenlerin açtığı tazminat davalarında mahkemelerimizin devleti tazminat ödemeye mahkum etmesi, sadece kamu düzeninin sağlanmasındaki hizmet kusuru ile izah edilemez. Belki de kamu otoritesinin şuur altında yaşayan bir eksiklik hissinin mahkeme kararlarına yansımasıdır bu.
Yıllardan beri "beli büküldü, kafası kırıldı" gibi anatomik tabirlerle artık sonunun geldiği ileri sürülen terörizmin, beli kırılmış olsa da yılan gibi yarım gövde ile melanetini sürdürebildiğine şahit oluyoruz. Bu uluorta sözler iki şeye işaret ediyor: Terörü önlemekle görevli olanlar, terörün zihinde ve şahsiyette inşa edilme sürecini bilmiyorlar veya bildikleri halde güçleri yetmiyor. Her iki ihtimal dahi mantıken hizmet kusurudur.
Bir de silahsız terör var: Bir "gösteri adamı" geçenlerde, o ana kadar varlığından kimsenin haberdar olmadığı bir "ayaküstü gösteri" programında aniden tarih felsefesi sahasındaki mütebahhiresini ispat etmek gayesiyle "Osmanlı da kim; Fatih, İstanbul'u aldı da ne oldu? Ben Osmanlı'yı reddediyorum; üstelik babam da Çeçen'di." gibisinden "parçalayıcı" tesiri olmayan bir kuru gürültü bombası patlatmış. Kabul etmek zorundayız ki vasati derecede "akıllı" bir adam. Bu ülkede işleri kötüye giden sahne adamlarının uygun olmayan yerlere "bevletmekle" hasılatı düzeltebileceğini fark etmiş.
Söylediklerini ciddiye almaya değmez; lakin buluşundan ötürü tebrik ederiz!