Şiddet fideliklerini kim suluyor?
Haber önce, on İngiliz taraftarının yaralandığı biçimindeydi; doğrusu "oh olmuş serserilere" diye geçti içimden. "İngilizler bizde hiç serseri yok sandılar galiba!" Tam tamına böyle düşündüm, "Bizimkiler hooliganların taşkınlığını karşılıksız bırakmayıp derslerini vermişlerdi." Gece yarısına doğru ilk, ertesi sabah ikinci İngiliz'in ölüm haberini duyduğumda hissettiğim şey utançtı. Türk misafirperverliğinin on paralık olması bir yana kendimden, haberi ilk duyduğumda içimden geçen "oh olmuş serserilere" düşüncesinden utandım.
Haydi bir kere daha eğri oturup doğru konuşalım; sokaklarımızda, güçlükle denetim altında tuttuğumuz bir yaygın şiddet içgüdüsünü gezdiriyoruz. Bizim toplumda öfkeyi besleyen, her an diri tutan ve münasip anlarda tasmasından boşaltıp salıverdiğimiz bir şiddet üretme iklimi var. Günün en sakin zamanında, ortalıkta kayda değer hiçbir şey görünmüyorken aniden tutuşuveren bir kibrit gibi içimizdeki şiddeti yükseltiyor veya şiddete maruz kalabiliyoruz. Bu derece gergin ve hınçla dolu olmamızın temelinde çok şey var; ilki, eski şehir kültürünün oksijensizlikten boğulmasına seyirci kalmaklığımız. Nüfusumuzun takriben beşte biri son yirmi yıl içinde köyden şehire sürüklendi ve "vahşi batı" filmlerinde gördüğümüz bir herc ü merc içinde şehirlerde tutunma mücadelesi verdiler. Bu enerjik meydan okuma karşısında kırılganlığı sebebiyle önce yerleşik şehir ananeleri bükülüverdi; ardından zabıta tedbirleri. Siyaset esnafı durumu sadece seyretti. Büyük şehirlerin periferisindeki Hazine arazileri hoyratça ve açıkgözlülükle yağmalandı (bugün bu arazilerin önemli bir kısmı bacasız rant fabrikaları durumundadır). Yeni istihdam alanları açılamadı. Merkezi hükümet ve mahalli idareler, vaktiyle koydukları "şehir normları"na sahip çıkamadılar; Cumhuriyet'imizin eğitim kurumları genç nüfusumuza dünya görüşü ve meslek kazandıramadılar. İmar mevzuatı, trafik düzeni, altyapı hizmetleri, ticaret gelenekleri dahil olmak üzere birlikte yaşama edebini dik tutan müesseseler, köylü kurnazlığının kısa vadeli pratik çözümlerine mağlup edildiler. Biz hala yeni Cumhurbaşkanı kim olacak diye zihin tiftikleyip duralım: Türkiye Cumhuriyeti kısacık tarihinin en ağır sosyal patlama tehdidi ile yüz yüzedir!
Siyaset, çoktan beridir bir çözüm üretme mekanizması olmaktan çoktan çıktı. İktidar mücadelesinin yüksek rakımlı binalarında kotarılan toplum mühendisliği projelerinin ve tehdit kışkırtmalarının bu muhtemel sosyal patlama tehlikesi ile uzaktan yakından hiçbir ilgi kurmadan, sadece bayatlamış "cambaza bak" numaraları ile hiçbir ciddi probleme çare bulamadığı açıktır. Bin bir deve hendeği atlatarak ekserisi hiçbir anlam ifade etmeyen üniversite amfilerine doldurduğumuz gençlere bile gelecek hakkındaki güleryüzlü bir tasavvur sunamayan bir merkezi idareye sahibiz ve bu idare, yönettiği kitleye güven telkin etmiyor. Büyük hırsızlıkların cayırtısından daha küçüklerine kimse aldırış etmiyor bile artık. İnsanlar adliye cihazına bile güvenmiyor. Cezaevlerimiz, içinde sadece garibanları tutan birer kalbur gibi. Mafiaların itibarı neredeyse borsada "halka arz"a sunulacak. Sanki herkeste tarlasına yapılan yarım metrelik sınır tecavüzünü bizzat göğüsleyemediği ve bu yüzden köy yerinde itibarsız gezinmek yerine mapus damına düşmeyi tercih eden çaresiz insanların çar na çar şiddetle ünsiyet peydahlamasını andırır bir gerilim haleti var. "Ne oluyoruz?" diye şaşkınlık geçirecek yerde değiliz; olup biten her şey gözlerimizin önünde oluyor.
Biz ise sadece seyrediyoruz.
Ve bütün bu gerginlikler, ümitsizlikler, kaygılar, yoksulluk, ezilmişlik, horgörülmüşlükler, adlatılmışlıklar her dakika tansiyonu amansız bir yükle harab eden bir asab bozukluğu halinde hayatımızı, huzurumuzu ve sükunumuzu zehirliyor. Sabahları evden çıkarken "zulme uğramamak ve zalimlik etmemek" için her zamankinden daha ziyade içten dualarla kopuyoruz evlerimizden. Bu memlekette serseri şiddetin muhatabı sadece Leeds taraftarı sarhoş hooliganlar değil: Kör şiddet kimliksiz geziyor. O gece Taksim caddelerinde bıçaklanan iki İngiliz vatandaşı değil de iki sıradan Türk olsaydı bu haberin gazete ve televizyonlarda kaç sütunluk, kaç dakikalık kıymeti olurdu dersiniz? Sırf bu ölçü bile sinsi ve kokusuz bir gaz gibi iklimimize sinmiş tahrip insiyakinin algılanışındaki çarpıklığı göstermeye yeter.
Toplum sözleşmesi teorilerine göre "fi tarih", haksızlık karşısında hakkı istirdad hakkımızı cümleten devlete, yani kamu idaresine devretmişiz; bu bir teoriden ibaret; ama toplumda hakkaniyet ve nısfet duygusunu vicdanı tahriş etmeyecek tarzda ayakta tutmanın tek hakikati adalettir. Adalet!
Kamu idaresi, halkın iştirakini lüzumsuz gören kibirli bir tavırla kendi çarkını döndürürken sosyal adalet duygusunu ve vicdanı örseliyor ve tarihin bilinen en eski devirlerinden beri şiddetin panzehiri adalettir.
Bayat ama hakikatin ta kendisi: "Adalet mülkün temelidir." Bunu hiç böyle düşünmüş müydünüz?