"Seviyormuş; söyleyemeyince..."
Dünyadaki sair örneklerini pek bilmesek de, Türkiye’de kadın haklarının -ilk ve nihai tahlilde- erkekler tarafından kadınlara bahşedilmiş bir cemîle olduğunu sık sık hatırlamak gerekiyor.
İsviçre’de kadınlara seçme ve seçilme hakkı veren kanunun, 70’li yıllarda çıktığını da bu arada hatırlatmış olalım. Bizim kadınlarımız politik hakları uğruna zerrece mücadele etmiş değillerdir ve lâfı getirmeye çalıştığım yer de budur.
"Nerden icabetti şimdi" diyeceksiniz: Bugünlerde kadınlara nasıl hitab edilmesi gerektiği meselesini yeniden tartışmaya başlamış bulunuyoruz. "Bayan" pek resmi duruyormuş, "hanım" sıfatı ise kadınsı ve evcil çağrışımları sebebiyle cins ayrımcı bir mânâ ihtivâ etmekteymiş. "E, hanımefendi ne güne duruyor" diyeceksiniz; cıss; halen yürürlükte bulunan inkılâp kanunlarına göre kadına hanımefendi, erkeklere beyefendi denilmesi yasaktır!
"Teyze" deseniz haklı olarak alınır, kızarır, bozarırlar; üstelik, "teyze, hala, yenge, nine" gibi isimler sadece akrabalık ifâde etmekle kalmayıp bir de söz konusu kadınların yaşça hiç de genç sayılamayacağını imâ ettiği için kerâhat cümlesindendir.
Şimdi şöyle bir durum tasavvur edelim; yolda yürürken önünüzdeki kadın cüzdanını düşürdü ve farkına varmadı. Siz olayı gördünüz, cüzdanı aldınız, birkaç hızlı adımla cüzdanın sahibine yaklaştınız; bir kelimeye hitâb ederek cüzdan sahibinin ilgisini çekmeniz ve durumu ona izah etmeniz gerekiyor.
Ne diyeceksiniz?
Hala, yenge, nine, teyze, abla olmaz, sebebini izah ettik az önce...
Hanımefendi deseniz kanuna aykırı resmen...
"Bayan" artık hoş karşılanmıyor;
-Bacı! diyecek olsanız, eminim bir dayak yemediğiniz kalır.
Peki şöyle bir şey denesek olmaz mı?
-Heey, kadın, kadın!
Denmez; velev ki dediniz, o da dönüp, "buyur erkek, ne vardı?" diye karşılık verse ne yaparsınız?
Hâsılı belâlı bir iş; en iyisi ben size bir akıl vereyim, böyle bir durumda,
-Küçük hanım, bakar mısınız, cüzdanınızı düşürdünüz, dediğiniz anda akan sular duracaktır; buna rağmen küçük hanımlığı kendine revâ görmeyen bir kadınla karşılaşır ve azarlanırsanız -ki mümkiiin değil!- benden size fetvâ;
O cüzdan ananızın ak sütü gibi helâldir; içindekileri güle güle harcayabilirsiniz!
Neyse, yine mevzudan uzaklaştık gitti; geçenlerde okudum, iktidar partisine mensup bir "kadın" milletvekili erinip üşenmeyip Meclis Başkanlığı’na bir kanun tasarısı teklifinde bulunmuş ve demiş ki,
-Biz kadınlar çocuk doğururken ne acılar çekiyor, âdeta ölüp ölüp diriliyoruz; bu esnada ise kocalarımız eli cebinde keyifler kekâ televizyon seyrediyor. Bundan sonra öyle olmasın; eşi doğum yapan erkekler, doğumun gerçekleştiği ameliyathanelere alınsın, doğum bitene kadar başımızda beklesinler!
Hoppala!
Feminist edebiyatın bu derecesi artık can sıkıcı olmaya başladı; biliyorsunuz, bu iş vaktiyle "niçin biz çocuk doğuruyoruz, niçin çocuklara biz süt emziriyoruz, niçin evi biz temizliyor, yemeği biz yapıyor, temizlik işlerine biz bakıyoruz" vıdı vıdılarıyla başlamıştı da her hâl ü kârda feministlere destek olmayı ilericilik zanneden birtakım kılıbık ruhlu entel takımı, bu kabil mızıkçılıkları ciddiye alıp, "sahi yahu, kadınlar çok eziliyor" felan gibi hislenişli travmalara girmişti düpedüz.
Şimdi de doğumhane nöbeti!
"Yok yav" diyesi geliyor insanın ama diyemiyoruz;
Niçin diyemiyoruz ki, diyelim:
-Yok yav, başka arzunuz!
Milyonlarca yıldan beri kadınlara hizmet ettiğimiz yetmiyor mu? Tıkış tıkış metrolarda, otobüslerde bir kadına yer verdiğimizde, "istemem; ben cins ayrımcılığa karşıyım; ben kadınlarla erkeklerin eşitliğinden yanayım birader" diyerek boş koltuk teklifini reddedene rastladınız mı hiç?
Eve ekmek getiren kim; biz. Asırlardan beridir kadınlar uğruna döğüşen, evlendikten sonra, "ailevi sorumluluklarım var benim; serserilik günlerim geride kaldı" diyerek bir dönme dolaba boynumuzu urganla bağlatan kim: Yine biz! Binlerce yıldan beri dünyayı, hükümetleri, şirketleri sevabına kim yönetiyor: Yine biz, yine biz!..
Bu edebiyat uzar gider; ben size en iyisi, bana bu yazının konusunu bulmakta ilhamıyla destek olan bir yazardan ve eserinden bahsedeyim. Yazarın adı Bülent Akyürek. Kitabı: "Seviyordum, söyleyemedim" (Sapan yayıncılık, Ankara, 2007)
İki kelimede özetlenmiş bir roman olur mu; oluyor işte.
Son zamanlarda karşılaştığım en iyi deneme yazarlarından biri Bülent Akyürek; beş romanı, beş de eleştiri-deneme kitabı yayınlanmış. Fevkalade nükteli, zekâ mahsulü, güzel ve ironik yazıları var.
Kitabın ismini şöyle izah ediyor:
"Yıllar önce haberlerde bir tecavüzcü itirafta bulunuyordu:
Seviyordum, söyleyemedim.
Cümle şiir gibiydi. Başka laf etmedi. Bitkindi. Üstü başı kötüydü. Yüzü acıyla kavrulmuştu..."
Yazarın açıklamalarından sonra kafamıza dank ediyor ki, aşk denilen eziyetli durumlar da kadın cinsi tarafından icad edilmiş zalim bir vaziyettir. Sair zamanlarda pençeleriyle kayaları söken, yumruğuyla dağları devirip yücelere evler kuran, yollar açan, şehirler kuran, düzen tesis eden, dünyayı sevabına yöneten erkek, bir kadının nazlanmaktan hazlanması durumunda aşk denilen ince hastalığa tutularak yemeden içmeden kesilip, iğne-ipliğe döner; şiirler yazar, şarkılar besteler, heykeller yontar; kimisi kahredip -şekil A- kendini bilime sanata adar.
Yazar, "aşk"ın, "hayır" kelimesinden doğduğunu ileri sürüyor. Aşk! Kadın cinsinin erkek cinsinden aldığı müthiş ve kan dökücü rövanş; yürekleri parça parça eden bir intikam türü.
Bu yazımızı Bülent Akyürek’ten aldığım bir iktibasla bitireyim; gerisini merak edenler bulur (bulentakyurek.net) ve okurlar; diyor ki:
"Feodal yapımızdan, erkek toplum oluşumuzdan kaynaklanan reddedilme korkusu bizi batıdan ayıran en büyük nüanstır. Artık kapitalizm evlenecek erkekte yüzlerce vasıf arıyor. Oysa İslam kültüründe bir erkeğin bir kızı istemeye gitmesi için namazını kılıyor olması yetiyordu. Namazın referanslarını da kaybettik çok şükür. Şimdi uğraşsınlar bakalım. Bir gün onların kızlarına da sıra gelir bakarsınız!"