Sevincin tadını öğreniyoruz

Mutlu olmak için sadece Galatasaray'ın veya Milli Takımımızın sportif başarılarını beklemeye mecbur bırakılmış bir topluluğuz biz. Halbuki sevinmeye çok ihtiyacımız var; sevincin kimyâsına ihtiyacımız var. UEFA Kupasını kazandığımız gün de böyle olmuştu; vakit gecenin yarısıydı ama biz evin erkekleri yine de bulabildiğimiz bayrakları toparlayıp sokağa döküldük, şehrin "mecburiyet caddesi"nde çocuklar gibi klakson çalıp bayrakları sallayarak turlar attık.

Meğer sevinmek sadece "evin erkekleri"nin değil, hanımların da hakkı imiş; biz otomobille çıkınca onlar da "kambersiz düğün olmaz" deyip sokağa çıkmışlar ve o mutluluğu kaldırım kalabalığına karışarak paylaşmışlar.

Öyle ya sevinmek herkesin hakkı!

Milli maç sonrasında bütün Türkiye'de yaşanan coşkudan çıkarılacak sonuçlar var: Evvelâ sevinmeye hasret kalmışız ve sevincin ne kadar güzel bir şey olduğunu âdeta unutmak üzere imişiz gibi bir duyguya kapıldım; sevinmenin kendisi çok güzel. Evet cümle mantık itibariyle saçma gibi görünüyor ama o anlamı yeniden keşfediyorsak "sevinmek çok güzel" cümlesinin altını çizmek gerekiyor. Millet tarifinin içinde, "sevinçte, tasada beraber olmak" şıkkı da var; tasada hayli müştereğimiz oldu ama sevinçte pek az birleşebildik. Şimdi sebebi ne olursa olsun "milletçe" seviniyoruz, iyimser duygular içindeyiz ve hayata daha pozitif bakmanın ne demek olduğunu öğrenmeye başlıyoruz. "Bir maç için bu kadar sevinilir mi?" itirazı hepten geçersizdir zira bizim "sevinebileceğimizi" farketmemiz çok önemli. Türk toplumu kendine güvenini tazeliyor böylece. "Futbolda başarı kazandık, ekonomide, siyasette, diplomaside, kültürde niçin kazanmayalım?" suali farkedilmeye başlandı.

Diğer taraftan hükümetin bu sevinç günlerinde fırsatı ganimet bilip zam furyasına gizliden gizliye devam etmesi dikkat çekiciydi ama keyfimizi bozmaya yetmedi; dolar artarken borsanın dibe vurması, hemen ardından Pamukbank'a BDDK tarafından el konulması hep o genel sevinç ortamından kurnazca yararlanmanın ucuz taktikleriydi. Farkettik, bir kenara yazdık ve sevinmeye devam ettik çünkü sevinmeye ihtiyacımız vardı. Böylece hükümetin "millet olmak" sürecine nasıl katkıda(!) bulunduğunu da bir kere daha farketmiş olduk.

Bizim sosyal problemlerimizin pek çoğunun halli, doğrudan devletin inisiyatifinde bulunuyor: Milli birlik ve bütünlüğün korunması için her dağ başına birer tabur asker yerleştirmek de bir tedbirdir, ekonomiyi dünya standartlarında yönetmek de. Dolar bir milyon 600 bin lira sularında seyrediyor ve başka hiçbir devletin tebası, milli parasının dolar karşısındaki değerini milyonlu rakamlarla ifade etmiyor. Milli gelirin 20 bin dolar civarında bulunduğu, işsizliğin makul raddelere çekilebildiği, eğitimin yüksek kaliteye ulaştığı ve üretimin muasır ölçüleri yakaladığı bir Türkiye'de hangi Apo, milli birlik ve beraberliğimizi tehdid edebilir ki? Millet olmak için Onuncu Yıl Marşını ezberlemek, başımıza getirilen belâlara kan yutup "kızılcık şerbeti içtim, devletim sağolsun" diyerek katlanmak yetmez; o devletin, halkını iyi, mâkul ve çağdaş yönetim anlayışıyla sevindirmesi de gerekir. Mutlu olmak için sadece Galatasaray'ın veya Milli Takımımızın sportif başarılarını beklemeye mecbur bırakılmış bir topluluğuz biz. Halbuki sevinmeye çok ihtiyacımız var; sevincin kimyâsına ihtiyacımız var.

Bazı gazetecilerin Çin maçından sonra "hayret, Güneydoğu Anadolu bölgesinde bile millet sokaklara dökülüp sevindi" yorumu yapması, ne kadar karmaşık bir sosyal psikoloji hâleti altında bunaldığımızı çok iyi gösteriyor. Halk arasında "gün yüzü görmek" diye bir tâbir vardır ve kabaca sevinilmeye lâyık şeylere sebeb olmak anlamında kullanılır. Devlet ne zaman topluma "gün yüzü gösterdi" ki biz sevinmesini bilemedik.

Bugün sportif bir başarıyla gururlanarak sokağa döküldük; o kalabalıkta etrafımızdaki yüzlerce coşkulu insanın kim ve ne olduğuna aldırış etmeden bayrak sallayıp ülkemizin adını haykırdık ama artık daha sık ve daha çok sevinmek istiyoruz. Türkiye, iktisadi veriler açısından, eğitim, siyasi hukuk, enerji, altyapı gibi sektörler açısından dünyanın ilk sekizinde değil ama futboldaki yeri bana göre daha şimdiden (zira Senegal'i rahatlıkla eleyeceğimizi hesab ediyorum) ilk dört. Aradaki çelişkiyi nasıl açıklayabiliriz? İzahtan önce belirtilmesi gereken ilk husus, Türkiye'nin sair sektörlerde de dünyanın ilk dördünde bulunması gerektiğidir ne var ki on seneden beri Avrupa Birliği ile ilişkilerimizin seyrine bir bakınız; Türkiye, AB karşısında "istekli" değil, behemahal AB'ne katılması istenen ülke durumunda olmalı değil miydi? Standart yükseltmek için başkalarına muhtaç değiliz aslında; kendi gücümüzle standart yükseltebilecek potansiyelimiz var ama o potansiyeli hatırlatmak bile bazılarının ödünü kopartıyor: "Gücümüz bu kadar" lâfı kulağımıza ne kadar tanıdık geliyor; gücümüzü ne zaman zorlamayı hayal etmişiz ki?

Milletçe sevinmenin nasıl bir şey olduğunu öğrenmeye başladık; inşaallah unutmayız, unutturmazlar!



HİKAYE;

DOĞUMDAN SONRA HAYAT VAR MI?

Aşağıda okuyacağınız hikayeyi, Emre Gedikli isimli okuyucum Eskişehir'den göndermiş. İnternet'te dilden dile gezen şeylere iltifat etmek âdetim değil fakat bu hikâyeyi sizlerle paylaşmam gerektiğini düşündüm. Şuur ve hayatın farklı boyutlarda tecelli edebileceğini en azından hatırlattığı için bu küçücük metin çok hoşuma gitti.
............
Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri herşeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları, iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni farketmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış: "Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim!"

Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya, hayatın kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken, anneleriyle onları birbirine bağlayan kordonu farketmişler. Bu kordon sayesinde hiçbir zahmet çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini anlamışlar. "Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan herşeyi gönderiyor."

Aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle "yolun sonu"na yaklaşıyorlarmış. Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terkedeceklerinin işaretlerini almaya, dokuzuncu aya yaklaştıklarında, belirtileri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş: "Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir?" Öteki daha sakinmiş, üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; sezgileriyle daha geniş bir alemi arzuluyormuş. Cevap vermiş: "Bütün bunlar, bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor" ve eklemiş: "Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz artık."

"Ama ben gitmek istemiyorum" diye haykırmış kardeşi.

"Hep burada kalmak istiyorum." Öteki, "Elimizden gelen birşey yok, hem, belki doğumdan sonra bambaşka bir hayat vardır." "Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki?" diye cevaplamış diğeri. "Buradan ayrılmak zorunda kalırsak nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem, bak bizden önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbiri geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söyleyebilsin. Hayır bu herşeyin sonu olacak." Ve karamsarlıkla eklemiş:

"Hem belki de anne diye birşey yok!"

"Olmak zorunda" diye itiraz etmiş kardeşi. "Buraya baska türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?"

"Sen hiç anneni gördün mü" diye üstelemiş öteki; "O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk." Böylece, anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş.

Sonunda doğum anı gelmiş çatmış. İkizler dünyalarını terkettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar.

Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş.



ALINTI:

"Mektuplarının içinde Ruble, borç, para, rehinden başka bir meseleye raslanmaz. 'Çok ödeyeceğim; o kadar çok param olacak ki; bana o kadar fazlası lazım ki."

İşte çırpınmalarının düğümü. 'Size yalvarırım! Gökler aşkına! İsa'nın adı için, Allahaşkına!' Bu dilenci haykırışının dokuz defa tekrar edildiği mektuplar vardır. Her an eziyetle yere çarpılmış gibi secde ediyor: 'Ümitsizlik içindeyim, mahvoldum... yalvarırım bana cevap yazınız! Derhal bir cevap, Allahaşkına".

Bu, Dostoievski'nin bütün sahifelerde on kere, yüz kere, bin kere tekrarladığı duadır."

Andre Suares, Dostoievski, (Çev: Vecdi Bürün), Semih Lütfi Kitabevi, İst.,(?), s.8



SÖZ:

"Deve, komisyon tarafından tasarlanmış bir attır."
Anonim


Kaynak (Arşiv)