Severim işini sevenleri
Bob Ross'u çoğunuz tanımazsınız ama içinizde -az da olsa- mutlaka tanıyanlar çıkacaktır; Bob Ross "tanınmış ve sözüne güvenilir" sosyologlardan değil; siyaset bilimcisi, orientalist, şair, tarihçi, devlet adamı da değil. Tanıyanlar biliyor; Bob Ross bir ressam!
Bob Ross'un resimleri galip ihtimalle itibarlı galeri ve müzelerde sergilenmiyor; eserlerini, sonradan görme zenginlerin milyarlarca lira ödeyerek satın aldıklarını da sanmıyorum; hatta resimde akademist kriterler arayan çevrelerde Ross'un sanatçı yerine konulmadığını ve belirgin bir küçümseme ile "Şu kaldırım ressamından mı söz ediyorsunuz?" diye aşağılanması bile mümkün.
Güney sahillerinin ışıklı yaz gecelerinde kaldırıma tezgah açarak orta sınıftan genç turistlerin ayaküstü portresini çiziveren ve üstelik halkın ölçüleriyle "harikulade" resim yapan adamlar vardır. Bir sihirbaz ustalığıyla beş paralık kağıt-on paralık boya ile üç-beş dakikada bir vesikalık sadakatiyle hüner gösteren bu ressamların, seyircilerinde uyandırdığı hayranlığa hiç dikkat ettiniz mi? Nam-ı hesabıma işini severek icra eden bir sanatkarı seyretmekten büyük zevk aldığımı söylemeliyim; bir kaldırım ressamı, bir kaportacı, bir bıçakçı (hususen İbrahim Usta), bir marangoz veya bir badanacı fark etmiyor. Zenaatı san'at derecesine, sıra malını san'at eserine dönüştüren şey, işin niteliğinden ziyade o işe verilen sevgi (alaka, dikkat, itina) değil midir? Malum ki Türkiye şartlarında bir insanın sevdiği mesleği icra edebilmesi baht işidir. İşinden nefret edenler, işini severek yapanlara büyük bir ekseriyetle galebe ediyor; ama başta sevmediği halde işine "bir aşk oluverdi aşinalık" fehvasıyla sonradan muhabbet peyda eden iyi insanları da unutmuyorum; iyi ve önemli insanlar onlar.
Bob Ross'u şimdi biraz daha yakından tanıtabilirim size: Her pazar akşamı saat on sekiz sularında TRT-2'yi açarsanız samimi bir merhaba ile gülümseyerek size resim yapmanın kolay ve zevkli tekniklerini öğretmeye koyulmasını seyredebilirsiniz. Televizyonda işini icra eden pek çok insanın samimi davranmaya çalıştığı malum; Ross'u seyrederken ve dinlerken samimiyetinden şüphelenmek hiç aklıma bile gelmedi. Maaile Bob Ross'un "Resim Sevinci" isimli programını seyrederken yarım saatin nasıl geçtiğini anlayamıyoruz bile. Ross, resim yaparken mütemadiyen konuşuyor, "Burada küçücük yaramazlar bulutlar olmalı, onu yapmak inanamayacağınız kadar kolay, sadece dikkatle izlemeniz yeterli.. belki de şu çalılığın içinde mutlu bir tavşan ailesi yaşıyordur, şu ağacın arkasında ise minik bir sincap.. ağaçlara bayılırım ben; ağaçlar yalnızlığı sevmezler, bu yüzden yanına en azından bir tane daha yapmalısınız..."
"Resim Sevinci" demiştik ya, hayatında hiç resim yapmamış, resime hiç ilgi duymamış insanların bile o "sevinci" derinden paylaşarak yarım saatliğine büyülenmiş gibi dalıp gittiğini gördüm. Evet, Ross akademik tarzda resim yapmıyor; onun resminde, göğsünde devasa buzullar barındıran genç ve hırçın dağlar, şirin ve kuytu koruluklar, bir sis perdesinin arkasına vekarla yayılmış ormanlar, göller, çağlayanlar, körfezler ve bazen yeşil bir korunun böğrüne birkaç spatula darbesiyle kondurulmuş dağ kulübeleri görebilirsiniz. Belki de el değdirdikleri her şeyi berbad ettikleri için insan resmi yaptığını görmedim. "Sanat değeri yokmuş, yarım saatte 'hızlı badanacı' tekniğiyle yapılıyormuş, insanın ebedi ve ezeli dramına kasden yüz çevirmişmiş"; ne gam? Benzerlerinin camcı esnafında "ucuz baha"ya satıldığını bilsem bile Ross'un resimlerini seviyor ve özellikle onu resim yaparken seyretmeye bayılıyorum.
Daha şimdiden küçük oğlumla Ross'dan öğrendiğimiz tekniklerle birkaç tablo yaptık bile; "sergi" açmayı düşünmüyoruz. Resim yaparken mutlu olmak bize yetiyor.