"Sesin nerde kaldı, kar içindesin!"

İstanbul'da gündelik hayatı kâbusa çeviren kar, burada yeni yeni efildemeye başladı; son zamanlara hep böyle oluyor: Kafkaslar'dan, Balkanlar'dan, Akdeniz üzerinden olanca hışmını yüklenip Türkiye'nin üzerine çullandığında İç Anadolu'ya erişene kadar feri"fesi kesiliyor; birkaç saat atıştırdıktan sonra gevşeyiverince ardından güneş çavıp yerini Ayaz Paşa'nın o dondurucu saltanatına terk ediyor.

Bu defa öyle olmaz inşallah; Ekinlerin üstü doğru dürüst örtülmedi bile. İstanbul'un halini televizyonlarda seyredip, "bize de, bize de" diye dua ediyoruz. Tipiden canı yanan İstanbullular, "ne diyor bu adam" diye homurdanadursunlar, biz misafirimizi başımız"gözümüz üstünde taşımaya hazırız efendim.

İstanbul'un kibar lodosu, buralara düşünce itibar kaybedip "kabayel" diye tesmiye olunur. Neredeyse iki günden beri çatılarda terör estiren kabayel az önce sâkinleşip yerini rahmete terk etti. Bizde eskiler, "ne kadar eserse o kadar yağar" derlerdi. Göreceğiz.

Öf öf öf!.. Kar yağınca insan çocuklar gibi sevinir mi? İşte öyle bir hâletteyim. Penceremi açtım. İçimde bir yerlerde, "pencereden kar geliyor" türküsü yürümeye başladı; çay keyfinin saati olmaz fakat illâ ki dışarda kar yağarken sıcacık "istekân" avuç içinde olacak; pencereden dağları görebileceksiniz; tepeleri yavaşça tipinin hiddetiyle bulanıklaşıp gri"pembe bir derinlikte kaybolan dağları.

"Bu adam düpedüz Servet"i Fünûn edebiyatı yapıyor yahu" diyeceksiniz; ne deseniz haklısınız. Bu müstesnâ ânı başka ne güzelleştirebilir derseniz benim tercihim kıpkızıl bir şarkıdır: Şu ünlü Bella Ciao şarkısının Anita Lane nâm hatun tarafından seslendirilen hali. Yağan karla mânâ itibariyle bir ilgisi yok belki ama bütün kızıl şarkılar gibi o da hüzünden payına düşeni yüklenmiş, akıp gitmekte.

Ukalâlık olmasın, biz orta Anadolu ahalisinin kar, yağmur, tipi gibi tabii lütûflara karşı "flexibilite"miz yüksektir efendim; yarım metre kar yağar, ilkokulları bile tatil etmeyiz; hayat bir başka yolla ikame edilebilecek ölçüde "manuel" esaslara dayandığından belki de. Şehirlerin iki ucu arasındaki mesafe bilemediniz kuş uçuşu üç kilometredir; yürünse ne lâzım gelir ki?

Biliyorum şu anda çoğunuzun içi sızlıyor, "ah memleket" diye göğüs geçiriyorsunuz; vallahi övmek gibi olmasın ama bizde her mevsimin bir başka letâfeti vardır ki memleketine kesin dönüş yapmak isteyenlere hatırlatmış olalım.

E, şiirsiz olur mu; zamane gençleri doğru dürüst şiir yazamıyorlar zira hepsi doğuştan "ahraz" sayılırlar. Neyse ki eskimeyen eskilerimiz var bizim: Cenab Şahabettin merhumun "Elhân"ı Şitâ"sını geçiyorum ama Sezai Karakoç'tan dört mısrâa eminim ki hayır demeyeceksiniz; "Allah kar gibi gökten yağınca / Karlar sıcak sıcak saçlarına değince / Başını önüne eğince / Benim bu şiirimi anlayacaksın" böyle buyuruyor üstâd, ki buyrultusu baş üstündedir.

Peki Ahmet Muhib Dranas'ın o her mısrâı tezhiblenesi şiirini geçecek miyim zannettiniz? Asla: "Kardır yağan üstümüze geceden / Yağmurlu, karanlık bir düşünceden / Ormanın uğultusuyla birlikte / Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte / Kar yağıyor üstümüze, inceden / Sesin nerde kaldı, her günkü sesin / Unutulmuş güzel şarkılar için / Bir kar gecesinde uzaktan, yoldan, / Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan / Sesin nerde kaldı, kar içindesin! / Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam! / Uyandırmayın beni, uyanamam / Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına, / Allah aşkına, gök, deniz aşkına / Yağsın kar üstümüze buram buram... / Buğulandıkça yüzü aynanın / Beyaz dokusunda bu saf rüyanı / Göğe uzanır "tek, tenha" bir kamış / Sırf unutmak için, unutmak ey kış! / Büyük yalnızlığını dünyanın"

Ve bu şölene Mehmet Çınarlı'yı tek beyitle olsun dâvet etmemek olmaz: "Kar yağsın isterim, yine yollar kar olmalı. / Camlarda şarkı söyleyecek rüzgâr olmalı".


Kaynak (Arşiv)