Şeriatta ayıp yoktur

Rahatsızlığımın üçüncü gününde yatak odasından zorla taburcu edilerek sürgüne gönderildiğim salonda, yarı baygın yarı uyanık ama daha çok kerhen televizyon seyrediyorum. Faydası oluyor, daha önceleri gördüğüm şeyler arasında ilgi kurmaya, yurt ve dünya gerçeklerini yeni bir bakış açısıyla (ekrana göre 45 derece eğik) seyretmeye başladım. Gördüğüm parça bölük şeyleri zihnimde kabaca yapıştırıp bir araya getirdiğimde şöyle bir manzara ortaya çıktı ki, meşhur meseldir; "Şeriatta ayıp yoktur."

Halkımız hukuk öğreniyor. Hayır; darbeydi, Ergenekon'du, yargıydı vesaire gibi siyasi hakları ilgilendiren yüksek hukuk meseleleri değil, nasıl boşanırsınız, aldatılan eş ne yapmalı; hangi dava hangi mahkemede açılır şu bu. Adam vurup üfürükçüye gitmektense, hukuka başvurmak elbette iyidir ve biz de bunun inceliklerini öğrenmekteyiz.

Halkımız sağlığı keşfediyor; harıl harıl sağlık programı tüketiyor her gün; bir ara duyduğuma göre tabiblerden üste para verip TV'lere çıkanlar oluyormuş. "Halkıma hizmet edeceğim, bırakın beni" diye bazı tabiblerin üste para vererek helâk olurcasına çalışması bana çok dokunuyor ama anlayabiliyorum. Galiba şöyle bir kriter gelişmiş halkımızda; şeyler ikiye ayrılır, sağlıklı şeyler, sağlıksız şeyler. Doktor milletine bakarsan bir bardak suyla iki kök çiğ ıspanaktan gayrı her şey "sağlıksız". Halbuki eskiden şeyler "helâl-haram" diye ikiye ayrılmaz mıydı yahu?

Tamam, helâle harama da bakılıyor ama cumadan cumaya; diğer günler din ağırlıklı şeyler pek hitab etmiyormuş seyirciye. Seyirci, eyvallah dinibütün bir halk, inancı var; meselâ astrolojiye, büyüye, fala ilgi duymaya başlamış; ötelerle ilişki ihtiyacı içinde olduğu açık ama bu dünyayı da boşlamış değil hepten. Gurme sözünü dağdaki çoban bile biliyor artık, tabii dağda çoban kaldıysa!..

Halkımız, tekstil sanayiimiz sayesinde görüntüyü hayli düzeltmiştir, şimdi yemek programlarından anlıyoruz ki mutfağına da yarı bilimsel, yarı sanatkâr ilhamıyla güçlenen ama mutlaka "sağlıklı" bir vizyon getirecektir ve öyle yapmaktadır.

Derken ikinci gün Elazığ depreminin haberi geliyor. Ekran rutinleri sarsılıyor; medyumların, biyorezonatörlerin, gurmelerin, avukatların ve detektiflerin yerini ânında, vaktiyle elbirliği ile başardıkları bilgi ve kanaat kirlenmesi yüzünden itibarlarının yivi-seti kalmamış deprem mütehassısları alıyorlar ve Körfez harekâtı öncesinde bazı e-Generallerin yaptığı gibi bölge haritası üzerinde oradan oraya koşarak korkularımızın sinir uçlarıyla oynuyorlar.

Bilanço ve fail kısa zamanda belli oluyor: Can kaybımız azdır, sebebi kerpiçtir. Aynen benim yaptığım gibi Türkiye gündemini koltuğa yan gelip yatarak ve ekranla 45 derecelik bir açıyla (benim açım öteki 45 derece!) takip eden gazetelerimiz kerpiçin yoksullukla aynı şey demek olduğunu tespitte birleşiveriyorlar: "Kerpiç evler değil, ihmal ve yoksulluk öldürüyor, Yoksulluk Depremi, Fukaralığın Bedeli, Fakirlik öldürdü" vesaire... Anladık kerpiç öldürdü ama ilk darbede kesmeşeker gibi eriyiveren kerpiçin üstündeki çatı teşkilatı hayli mazbut görünüyor üstad; hatta güneş ısıtma sistemi bile var. Ne mânâ bu? Mânâsı şu; yapıyı ayakta tutar düşey (kolon) elemanlarla iktifa ederken, yapıya yatay esneklik ve metanet kazandıracak kiriş ve bağlantıları "ilerde bakarız bir çaresine" diyerek savsaklıyoruz. Bunun adı yoksulluk değil amcalarım; sizin o manşetleriniz 1966'daki Varto, Hınıs Depremleri için doğruydu; şimdi değil. Binalara kolon kiriş yapacak paramız var aslında fakat harcama önceliklerimiz değişti; az önce arz ettimdi... desem, kırk yerden itiraz gelir; en iyisi şöyle diyorum:

Devlet, bütün kerpiç evleri yıktırıp yerine TOKİ standartında binalar yaparak bedava dağıtmalı, eli değmişken yoksulluğu da yasaklamalıdır.


Kaynak (Arşiv)