Selâtin câmileri ve biz
Câmi denilince aklımıza ne gelir? Bir okul çocuğuna “Câmi resmi çiz” dediğinizde nasıl bir resim yapar?” “Bilmeyecek ne var” diye düşündüğünüzden eminim; büyük ihtimâlle şöyle cevap vereceksiniz: Câmi dediğin Osmanlı câmileri gibi olur ama öyle ufak tefek, ahşap, kâgir bir şey değil; Osmanlı sultanlarının vaktiyle inşâ ettirdiği türden kesme taştan inşâ edilmiş, büyük kubbeli, mutlaka minâreli, içi süslemelerle dolu, eski tarz üzere mihrabı ve minberi, vaaz için kürsüsü olan bir câmi!
ÖMER DİYECEĞİN...
Vaktiyle hilâfet makamına ev sahipliği yapmış olmaklığımız ve Osmanlı sultanlarının makam ve ünvânlarına yaraşır tarzda büyük câmiler inşâ ettirmeleri bizde buna benzer bir duygu ve davranış alışkanlığı meydana getiriyor. Hepimizin zihninde cami formu, ille de Osmanlı selâtin camilerine benzer bir şekil olarak canlanıyor. O yüzden câmi yaptırmak söz konusu olduğunda hâlâ kubbeli, bol minareli ve şerefeli, aynen o câmilere benzeyen eserler yaptırarak dinî ve medenî anlam taşıyan bir faaliyette bulunmak istiyoruz. Câmi yaptırmak, son elli-altmış seneden beri Müslümanlar için bir meydan okuma, bir iddia mevzuu haline geldi. Tek başına Osmanlı câmisi, İslâm-Türk medeniyetini temsil eden bir anlam taşıyor...
-Sen yine ters bir lâf edeceksin; “Ömer diyeceğin ağzını büzüşünden belli” diyeceğinizi tahmin ediyorum. Çoğumuza ters, hatta aykırı bir fikir gibi gelebilir: Câmi fikrini selâtin Osmanlı camileri ile zihnimizde birleştirme alışkanlığı biraz irdelenmeye muhtaç.
CÂMİ NE İDİ, NE OLDU?
“Câmi”den başlayalım. Müslümanların ibâdet için toplandıkları yer demek; özel bir mimarlık türü ile alâkası yok. Efendimiz'in inşâsına güzel elleriyle katkıda bulunduğu Medine'deki ilk İslâm mescidinin kaynaklarda nasıl geçtiğini hatırlayalım: Dört tarafı evvela taş ile temellendirilmiş, kalan kısmı kerpiç duvarlarla yükseltilmiş bir mekân. Üstünü örtmek için mekân içine direkler dikilmiş. Çatısı da hurma dallarıyla kapatılmıştı.
Zemininde halı, kilim benzeri bir yaygı yoktu; insanların elleri ayakları berelenmesin diye yere kum serilmişti.
Bugün yaygın olarak kullandığımız bir kıble girintisinin (niş) olmadığı tahmin edilir. Hicret'ten onaltı ay sonra kıble istikameti Kudüs'ten Mekke'ye tahvil olununca mescidin güney kapısı kapatıldı mihraba dönüştürüldü. Efendimiz önceleri bir hurma kütüğünün üstüne çıkarak hutbesini okurdu. Cemaati kalabalıklaşıp arka saflarından görmek güçleşince bir sahâbe, birkaç basamaklı bir minber yaptı ve mescide yerleştirildi.
Minberin mesciddeki varlık sebebi, hatibin bütün cemaat tarafından görülmesi ve işitilmesini temin edecek bir yükseklikten ibarettir.
Hepsi bu kadar; İslâm'ın ilk mescidi Kâbe ve Medine'deki ilk Peygamber mescidi, bir câmide asgariden hangi fizikî unsurların olması gerektiğini bize hatırlatır. Dört duvar! Bazen duvar bile gerekmez, zemini temiz olmak kaydıyla bütün yeryüzü mescittir zaten.
İÇİNDEN HAYATIN AKTIĞI MEKÂN
Kaldı ki Medine'nin ilk mescidi, sadece ibadet için değil, bugün bizi şaşırtacak kadar farklı hizmetler için de kullanılıyordu; resmî işlerin görüldüğü bir devlet dairesi gibiydi meselâ. Efendimiz istişârelerini camide yapıyordu, elçileri burada kabul ediyordu, sefere çıkacak askerî birlikleri burada teçhiz ediyor, zanlılar yargılanıyor hatta bazen bağlanarak burada hapsediliyordu. Binanın Suffa kısmı gündüzleri eğitime tahsis edilmişti, geceleri ise Medine dışından gelenler ve garipler için bir yatakhane hizmeti ifa ederdi. Cuma vakitleri dışında avluda ticaret yapıldığına dair anlatımlar bile mevcut.
“Camiler bugün de böyle olsun” diye değil, bir câminin temelde hangi işi yerine getirdiğini anlatmak için bu bilgileri unutmamak lazım; elbette camilerimizle gururlanır, onları birer medenî başarı âbidesi gibi görür ve daha iyilerini yapmak için kendi aramızda yarışırız ama asıl maksadı unutmadan. Asıl maksat unutulursa, yaptığımız her işin anlamı da kaybolur, geriye sadece asıl anlamını bile bilmediğimiz birtakım âdetler, gelenekler, hattâ belki bâtıl itikadlar kalır.
İRİ, HEYBETLİ, PAHALI, MASRAFLI...
Osmanlı selâtin camileri, devrinin en güzel, en şirin taş kasideleri idi ama bir noktayı görmezden gelmeyelim; selâtin camileri güzel olduğu kadar heybetlidir de; önemlice bir kısmı insan ölçeğine göre iri kalır. Binâ harîmine girince kubbe ve fil ayakların cesâmetinden ötürü ufaldığınızı, önemsizleştiğinizi hissedersiniz.
Selâtin camilerimiz pek müzeyyendir; ecdâd onları şüphesiz tam kararında, ağırbaşlı bir zevkle süslemiş, hat şâheserleri ile donatmıştı. Pahalıya çıkan eserlerdi, çok pahalıya. Çevreden temin edilemeyen sütun ve taşların çok uzaklardan, Mısır'dan, Lübnan'dan getirildiği bile olurdu. En yüksek işçilikler, en kaliteli malzeme, zamanına göre çok itinalı bir inşaat teknolojisi kullanmak lüzumu proje maliyetlerini çok yükseltiyordu.
Onca masrafa, olağanüstü el emeğine ve devrin yüksek teknolojisiyle inşâ edilmelerine rağmen aydınlatılması, ısıtılması ve bakımı zor binalardı; bu tür tarihî eserlerin bakım ve onarımı büyük masraflara ulaşır. “Fedâ olsun” başka tabii... Sultanlar, hayır için yaptırdıkları camilerin şatafatlı görünmesini, uzun yılların etkilerine dayanarak ayakta kalmasını istiyorlardı çünkü onların siyasî anlamı da vardı; camilerin büyüklüğü, yeri, kubbe çapının ölçüsü, minare ve hatta şerefe sayısına bile sembolik anlamlar yüklerlerdi. Tebâ, padişahın ve devletin otoritesini, politik gücünü o eserlere bakarak algılıyordu.
Öyleyse şu mânâyı sezelim:
SELÂTİN CAMİLERİ ÖRNEK TEŞKİL EDER Mİ?
Efendimiz'in “Muhteşem mescidler yapmakla” emrolunmadığı, camileri süsleyerek böbürlenmeyi kınadığı yolunda güçlü rivayetler var. Sadece mescid ve câmi inşâsında değil, her şeyde, her meselede ölçüye, “had”lere, tevâzûa, araçla amaç arasındaki dengeye ve ahlakî kriterlere riayet etmek ne kadar Müslümanca bir davranıştır.
Selâtin camileri bize ecdad yadigârıdır; çok severiz, gururlanırız ama onları taklid etmek doğru bir mimarlık tercihi değildir; selâtin câmileri yeni cami inşâ ettirirken örnek alınmamalıdır.
Câmi yaptırırken mimarinin sadeliğine, tevazûuna âzami dikkat gösterilmeli; gereksiz ve aşırı süslemelerden kaçınılmalı, iktisada riayet edilmeli, masraflı projelerden vazgeçilmeli; bakımı kolay ve masrafsız inşâ tarzı tercih edilmeli.
Câmileri heybet, şatafat ve kibir değil, temelindeki ihlâs ve hüsniniyet, içindeki insanların huşûu ve muttakiliği güzelleştirir.