Şehirlerimizin suratsızlığı beyanındadır
Bir devletin kalitesini demokrasi karnesine bakarak ölçebiliriz; başka kriterler de mümkün. Meselâ taşınır veya taşınmaz mülkiyet hareketlerinin –düzenleyicisi değil, dikkat!-, diyelim ki trafik polisi olarak devletin takındığı tutum da kalitesine de işaret eder.
Yakın tarihimiz, Türkiye’de mülkiyet hareketleri konusunda araştırıcılara öyle fazlaca belge sunmuyor; Altı ok’ta mündemiç devletçilik prensibi hâlâ dipdiri. CHP’yi bu konudan “vâreste” kılmak isterdim; ne var ki sevenleri büyük aşk ü şevkle “vâbeste” tutmak için direniyorlar. Tarih de onları destekliyor zaten: Kaba bir hesapla 1913’teki Bâbıali Baskını’ndan başlamak üzere 1950’ye kadar İTC ve onun zihin ikizi CHP, Türkiye’deki büyük servet değişmelerinden sorumludur. Ayrıntılarına girmiyorum; bu paragraftan aklınızda kalması gereken husus, bunca servetin kimlere, niçin ve nasıl devredildiğinden evvel, “devir kayıtları”nın niçin hâlâ şeffaflaştırılmadığı hususudur.
Ecdâdımızın her yaptığını alkışlamak veya yerin dibine batırmak zorunda değiliz ama bilsek iyi olacak. Bu dönemleri resmî tarihçiliğin hamâsî ve ideolojik sosu yüksek hadiselerini ballandırarak geçiştirmek ayıptır.
“Oraları fazla karıştırmayalım, geçmişi bırakıp günümüze gelelim” diye düşünüyor olabilirsiniz. Öyle yapalım; artık A’ları kovalayıp mallarını B’lere dağıtmak pek mümkün olmadığına göre meselâ rant dağıtımı konusunda devletin nasıl davrandığını izleyelim.
Bizim gibi üretim heyecanı düşük, kapasitesi sıkıntılı toplumlarda rant, -haram işler dışında- paranın en kolay büyüyebileceği sektördür. Rant gelirinde emeğin payı yok. Rantı üreten temel girdi toprak. Belirli yerlerde toprağın kıt olması, arazinin değerini gayritabii şekilde artırıyor ve rant değeri kaçınılmaz olarak yükseliyor; bu değeri âdil üleştirmek ve doğru tasarruf etmek, başlangıcından beri siyasi mahiyet taşır. Doğrudur, devlet, dünyanın hiçbir yerinde servet hareketlerine kayıtsız kalmaz; bizim gibi ülkelerde doğrudan müdahale eder, sair ülkelerde en azından vergilendirme ile dolaylı müdahil durumundadır.
İmar mevzuatı aracılığı ile büyük gelir transferleri yapmak hem kolay, hem de şeklen (!) mevzuata uygun. Hele merkezî idare ile mahallî yönetim arasındaki mutabakat varsa, “Olmaz olmaz deme olmaz olmaz/ Âlem-i imkândır bu, olmaz olmaz!” mısrâı devreye giriveriyor.
Ben bu yolla yeni zenginler ihdâs edilmesine, eski zenginlerin yeniden şâd edilmesine pek aldırış etmiyorum doğrusu; içimi acıtan şey araziyi tasarruf tarzımız! Biz şehir kurmayı, onu içinde yaşanır, işler halde tutmayı beceremiyoruz. Şehirlerimizin suratı, daha doğrusu suratsızlığı, bol keseden iri laflarla “şöyle medeniydik, böyle soyluyduk” mealindeki tafralanmalarımızı pek gülünç hale sokuyor.
Dünkü Zaman’ın sürmanşetinde yayımlanan “Ataköy’de imar sahile indi” başlıklı haber bana bunları düşündürdü. Bir süre önce “Boğaz’ı doldurup imara açalım, elimiz değmişken Marmara’yı da ihmal etmeyelim ha!” teklifinde bulunmuş biri olarak artık böyle “imar” hareketlerine aldırış bile etmiyorum.
Ömrümüz, zenginlerin estet, devletin âdil, halkımızın duyarlı bir kıvama geleceğini beklemekle geçiyor. Bu yolda biz birkaç kuşak daha eskitiriz; öyle görünüyor.
Üzüntüm ise sadece “İnşaat ya Resulallah” esprisini patlatan meçhul şahsın, benden daha veciz bir kelâm etmesi karşısında duyduğum kıskançlıktan ibaret.