Seçmen namazı!
Birkaç gün önce Milliyet Gazetesi’nin manşetinde Serpil Çevikcan imzalı bir haber yayınlandı.Başlık, “Genelkurmay’da şükür namazı” şeklindeydi ve haberde şu detaylara yer veriliyordu: Genelkurmay’da ‘Türbe nakli’ harekâtının yönetildiği gece Başbakan Davutoğlu gözünü bir saniye bile kırpmadan gelişmeleri yönlendirmiş ve karargâh odasından ancak iki kere ayrılarak Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’e kullanımına ayrılan özel odaya geçmişti.
Çevikcan’a göre olaylar şöyle gelişmiş: “Odaya ilk geçişi Orgeneral Özel’le birlikte olmuş. Harekât merkezinden ikinci çıkışı ise operasyonun tamamlandığı dakikalara denk gelmiş.Sabah namazı için odaya geçerken, operasyonu tamamlayan askerlerin oluşturduğu konvoyun sınırdan Türkiye’ye geçtiğini görüp rahatlayan Başbakan, bir de şükür namazı kılarak dua etmiş. Genelkurmay Karargahı’nda bir Başbakan’ın ilk kez şükür namazı kıldığı dakikalar da böylece tarihe geçmiş.”
Türkiye’nin en iyi korunan devlet ofislerinden birinde olup biten şeylerin bir gazeteci tarafından anlatılabilmesi için akla iki ihtimal geliyor: Ya Genelkurmay’daki mahrem odayı gözetleyen ve dinleyen güçler vardı veya bu ayrıntıyı bilmesi gereken iki kişiden biri konuşmuştu. Necdet Özel’in, anayasaya göre âmiri olsa da o esnada karargâhta misafiri durumundaki Başbakan’ın özel odada namaz kıldığını basına sızdırması düşünülemeyeceğine göre…
Akla en yatkın ihtimâl, bu ayrıntının ancak Başbakan tarafından basına açıklanmış olabileceğidir. Çevikcan, Milliyet’e manşet olacak kadar önemli gördüğü bu habere, Macaristan dönüşünde uçakta gazetecilerle yapılan sohbet esnasında eriştiğini yazmış; o halde tek ihtimâl kalıyor geriye: Başbakan, isteyerek veya ortamın samimiyetine güvenerek istemeden de olsa Genelkurmay’daki özel odada iki kere namaz kıldığını açıklamıştır: İlkinde sabah namazı, ikincisinde ise harekât sâlimen sona erdiği için şükür namazı!
Kaldı ki harekât pek de sâlimen sona ermiş sayılmaz; bir muhabere astsubayının başına tank kapağı düştüğü için olay yerinde şehid düştüğü haberini unutmayalım. Ateş düştüğü yeri yakıyor!
Gelelim, meselenin biraz netâmeli görünen kısmını tahlile…
Ben Başbakan olsaydım eğer, aynen sayın Davutoğlu’nun yaptığını yapardım. Sabah namazının vakti girdiği için sayın Özel Paşa’dan namaz kılacak bir yer göstermesini rica ile borcumu edâ ederdim fakat bu hâdiseden kimseye, hele hele basına asla bahsetmez, imâ bile etmezdim; zira kanaat-i âcizâneme göre kamu görevlileri ibadetlerini yerine getirirken ölçülü ve ketum davranmalıdırlar. Ne ayan-âşikâre, ne de ayıp bir şey yapılıyormuş gibi gizli kapaklı! Ölçülü bir ketumiyet!
28 Şubat günleriydi ve üniversitede kamu hizmeti yapıyorduk. Lâf arasında bazı arkadaşlar, namaz vakti gelince odalarının kapısını arkadan kilitlemeyi tercih ettiklerini söylüyorlardı ve bu bana biraz fazlaca ihtiyatlılık gibi görünüyordu. Doğru olan kapıyı kilitlemeden fakat “görünsün, bilinsin” kasdıyla açık da bırakılmadan ve elbette hizmet aksatılmadan şahsi borcun ifâ edilmesiydi. Hâlâ öyle düşünürüm. Fikir ve inançlarımız, kamu hizmetinde bize ayrıcalık yaratacak bir tarzda öne çıkarılmamalı veya gizlenmemelidir. İbadetin aşırı derecede gizlenmesini veya göze görünür derecede ortalıkta icra edilmesini aynı derecede samimiyetsiz bulurum. İkisinin ortası vardır ve o mâkul noktayı kalp bulur.
İşte o yüzden sayın Başbakan’ın namaz kılma haberini Milliyet’in manşetinde görünce, beni hiç alakadar etmese de kalbim burkuldu; “Keşke bu ayrıntıyı gazetecilere çıtlatmasaydı” diye düşündüm. Seçim dönemine girilen şu günlerde böyle bir gazete manşetinin seçmene hangi mesajı verdiğini burada tekrar etmeme lüzûm yok. Gerekmez de.
İlginç bir hadise: 1969 yılında yine Milliyet’ten iki gazeteci bir vesile ile İsmet İnönü’yü ziyarete gidiyorlar ve paşa, hâl öyle gerektirdiği için gazetecileri istirahat odasında kabul ediyor. Odanın duvarında Latin harfleriyle bir “Allah’ın dediği olur” levhası asılıdır. Foto muhabiri paşayı ve levhayı aynı karede gösteren o ünlü kareyi çekiyor ve fotoğraf Milliyet’te yayınlanıyor ancak ertesi gün Paşa’dan esaslı bir fırça yiyorlar; çünkü orası Paşa’nın mahremidir ve orada hangi levhayı astığı kimseyi alâkadar etmez, hatta ‘seçmen’i bile…
“Ben evde babamdan, okulda hocamdan da azar işittim, ama o günkü gibi bir azar hiç işitmedim” diye anlatıyor gazeteci Mete Akyol... “Bu ne bu” diye gürlemiş Paşa: “Sizin ne hakkınız var mahremiyetimi açıklamaya? Benim iç dünyamı ortaya sermeye?”
Yeri geldi, İsmet Paşa’nın bir sözüyle noktalayalım: “İktidarda kalmak değil, itibarda kalmak önemlidir!”
Camide yangın çıkarsa!
Cami mimarlığı üzerinde etraflı düşünen bir tanıdık mimardan, Mehmet Berksan’dan ilginç bir mektup aldım.
“Türkiye’de camilerde can güvenliği yok!” diye başlıyor ve şöyle devam ediyor, “Camilerde yangın yönetmeliği maddeleri uygulanmıyor. Yangın kapısı, sprinkler sistemi, yangın merdiveni, yangın dolabı, çıkış kapısını işaret eden göstergeler vb. hiçbirisi yok. Acil bir durumda çıkacak kapı da yok. Mahfelleri tahliye için tek merdiven var; o da aşağıdaki ana giriş kapısının dibine iniyor. Pencereler derseniz hepsi de lokma demir şebekelerle sıkı sıkıya kapatılmış! Çok fazla insan aynı anda içeri giriyor; sakin ve olaysız bir ortamda bile çıkmaları 10 dakika sürüyor. Acil bir durumda ne olacağı meçhul! Diyanet’in 2014 verilerine göre Türkiye’de 84.000 cami var. Ortalama cami kapasitesi 100 kişi olsa, cuma günleri 8,5 milyon insanı ilgilendiren bir durumdan söz ediyoruz demektir.”
Mimar Berksan’ın teklifi şöyle: Evvela eksikler hızla tesbit edilmeli ve nasıl giderileceği üzerine kafa yorulmalı. Yeni cami inşaat söz konusu olduğunda hayırseverlere, proje safhasında bu konulara dikkat etmeleri gerektiği anlatılmalı.
Mehmet Berksan, bu konuyu gazetemizin haber editörlerine de ulaştırdığını ama nâzik bir, ‘inceleyelim’ vaadinden öte ses çıkmadığını belirterek sitem ediyor ki bence haklıdır. Herkesin birbirini özeleştiriye davet etmeye başladığı şu ortamda haber editörlerimizi de ön saflarda görmek isteriz!
Ben, sevgili Berksan’ın hassasiyetini anlıyor ve paylaşıyorum; inşallah kaale alan birileri çıkar. Son söz yine Berksan’dan gelsin; biraz da kahırlı bir söyleyişle diyor ki:
“Caminin minare ve şerefe sayısından çok cemaatin can güvenliğine de biraz önem verilse iyi olmaz mı?”