Şarlatanlık üzerine kısa bir sunu!..

Şarlatanlık hikâyeleri hepimizi eğlendirir; bu hikâyelerde kendimizin asla ve asla bir şarlatan tarafından aldatılmayacağımıza dair inancımızı kontrol eder, yerinde durup durmadığına bakar ve varlığından emin olduktan sonra enayilere gülmeye başlarız.

Kendisini akıllı sayan herkes, enayilerin başına gelenlerle eğlenmeyi en tabii hakkı sayar. Biz herkesten akıllı olduğumuz için şarlatan masallarına kanıp aldananlarla aramıza kalınca bir çizgi çekmeye hakkımız olduğunu düşünürüz; halbuki başkalarının acılarıyla alay etmemek bilebildiğim kadarıyla her kültürde ayıplanan bir davranıştır; enayileri uzaktan seyredip kıs kıs gülmek hariç. O bunun dışındadır. Onlar hayatın eğlencelik kısmıdır ve her nesilde birileri çıkıp enayiler kontenjanına sazan gibi atlayacak ve saflıklarıyla başkalarını eğlendirecektir.

Sülün Osman hâlâ unutulmadı meselâ ve her devirde yeni versiyonlarıyla zuhur ederek halkımızın kalbine taht kurmuştur. 1923 yılında İstanbul’da doğan Osman Ziya Sülün, kariyerine gençlik yıllarında ev sahibini dolandırarak başlamıştı. Sonraki işleriyle hemen dikkat çekti ve tramvay, meydan saati, şehir hatları vapuru gibi ufak tefek satışları ilgili halkımıza arz ederek dolandırıcılar galerisine ismini altın harflerle yazdırdı. Galata Kulesi ile köprüyü de sattığı rivayet olunur. Şanlı tarihimizin bu tip vakalar karşısındaki tavrı şudur; enayileri bahse lâyık bulmaz, efsâneleri kaydeder.

Sayın Sülün gibi Sayın Parsadan da bir sonraki kuşağın efsânesi oldu; ufak tefek işlerini saymıyorum, en klâs numarası Orgeneral Necdet Öztorun’un sesini taklid ederek telefonda dönemin Başbakanı (Bu tabire niye kızıyorlar anlamıyorum!) Tansu Çiller’i araması ve Kemâlistler Derneği için 5,5 milyar yardım talebinde bulunmasıydı. Tarih kaynakları, paranın ertesi gün örtülü ödenek hesabından ilgili kurum hesabına yatırıldığında ittifak ediyorlar. Daha sonra elbette durum fark edilmiş, tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı dolandırıcıdan istirdâd edilmişti fakat kırk yaş civarında olanlar, Sayın Parsadan’ın yakalanana kadar muhterem halkımız nezdinde ne kadar yüksek bir kredi ve hayranlığa konu mankeni olduğunu iyi hatırlayacaklardır.

Bir ara, “Evi sat, parayı bize getir; % 20 faizini al, çıtır çıtır ye” kampanyaları vardı. (Hatırlamazlıktan gelmeyin, belki kasetiniz-masetiniz çıkar) Daha sonra mukaddesatçı-maneviyatçı abilerin kurduğu dinibütün şirketlere yatırıldığında paramızın kartopu gibi büyüyeceği efsâneleri vardı; hani kefen paramızı ayırıp gerisini basmıştık ya Holdinkçi abilere. Hani faizlerini çıtır çıtır yerken iyiydi de iş ana paraya gelince ortalık karışmıştı filan...

Tamam tamam inandık, siz onlardan değilsiniz; saadet zincirlerine, bankerlere hiç para kaptırmadınız; peki, “Filan mesajı 77 bin kere okuduktan sonra dört arkadaşına gönder, onlar da öyle yapsınlar; birisi inanmadı, savsakladığı için başına bela geldi; kamyon çarptı, evi yandı, iflâs etti, aman ha... vs” türü zincirlere davet edildiğiniz olmadı mı hiç?

Yapmayın arkadaşlar, dolandırıldığını anlamış olmanın damakta bıraktığı sersemlikle baygınlığa benzer hissi saklamaya kalkışmayın. Sayın ve Sülün Osman Bey’le başladığımız “Yakın Dönem Cumhuriyet Tarihi’nde Kollektif Şarlatanlık Olayları’na Kritik Bir Bakış” adlı bu mühim eserin son kısmına gelmişken, “İşim var, tencere ocakta kaldı, dolma altını sarmasın” gibi eften-püften gerekçelerle kirişi kırmayınız lütfen.

İtiraf edip rahatlayalım; hepiniz oradaydınız işte; gözleriniz hayranlıktan irileşmiş bir halde ‘çepük çalıyor’dunuz sahnedeki arkadaşa. Hani size “İnanmayın, bunlar düblâjj-montajj” diyordu da siz de içinizden “He yav, hakkaten öyle” diye geçiriyordunuz...

Ha, o hâlâ sahnede; hatırlatmış olayım...


Kaynak (Arşiv)