Sanat ve şahsiyet
Dünün dünyasında sanatkâr gözlerden ırak yaşayabilme imkanına sahipti ve eğer isterse kalabalıklara sadece şahsi sanatının penceresinden şöyle bir görünmekle yetinerek kendisini gizleyebiliyordu. Sevdiği sanatkârın şahsiyetini merak edenler, hususi gayret sarf ederek eserden müessire nüfuz etmek veya gazete kupürü, dergi röportajı gibi materyalleri değerlendirerek zihninde bir şahsiyet fotoğrafı bütünlemek zorundaydı. Kitle iletişiminin nimetlerini "bizde olduğu gibi biraz da görgüsüzce" sömürmek, sanatkârlara kitle psikolojisi tarihinde görülmemiş bir "kült"kimlik" inşâ etmek fırsatını verdi. Bugün öyle bir durumla karşı karşıyayız ki, kimin geride durmak için özel gayret sarf ettiği halde kitle ilgisinden korunamadığını, kimlerin daha fazla kült veya efsâne haline gelmek için didinip durduğunu ayırt edemiyoruz. Sanat dünyasında tiraj neredeyse paranın da önüne geçen yeni bir hırs türü haline geldi.
Öyleyse sanatkârın sanatıyla şahsiyeti arasındaki bağıntıları yeniden isimlendirmek gerekiyor: Bugün bir sanatkâr, "hayranlarım benim sanatımla ilgilensinler, özel hayatım beni ilgilendirir" diyebilecek imtiyaza sahip değil. Sanatla şahsiyet iç içe geçti fakat bu gelişme samimiyete medâr olmadı. Belki riyâ yok ama daha fena bir şey var: Sanatkârlar, kendilerini hayranlarının görmek istediği gibi sunmak için bazen şahsiyet duvarlarını yıkarak başkalaşıyor, bile isteye "başka biri" olmak için didiniyorlar. Bu zorlamanın bir şahsiyet yarılmasına sebep olup olmadığını bilmiyorum ama sanatkârın nefsine duyması gereken saygıyı zedelediği açık.
Eskiden topluma örnek olmak, cemiyete hüsn"i misâl teşkil etmek diye bir endişe vardı. "Göründüğün gibi ol, olduğun gibi görün." mütearifesini (aksiyom) aşan bir endişeydi bu. İnsanlar, olmak istedikleri gibi görünmeye dikkat ederken bir süre sonra olmak istedikleri gibi olmak yolunda mesafe alırlardı. Müptezelliği samimiyetle müdafaa edemezsiniz; rezâletten hamâset çıkmaz, dolayısı ile "olduğun gibi görün" tavsiyesinde ısrar, çoğu kere kelbî (sinik) bir duruş rahatlığı ile neticelenir; halbuki insanın en çetin meşgalesi, bir halden bir başka hale geçmek için sarf ettiği gayrettir. İşte bu yüzden toplum karşısında kusurların gizlenmesi, zaafların bir röntgen filmi netliğinde fâş edilmesi doğru değildir; "Sui misâl emsâl olmaz" sözü hem ahlâken, hem hukuken geçerli bir kıymet hükmü ifâde eder ve bu yüzden şair: "Âlâmını kalbinde tutub kimseye açma / Zira elemin zikri de başka elemdir" derken bu kıymet hükmünü pekiştirmektedir.
Dünün dünyasında sanat henüz "endüstri" haline gelmek bahtsızlığına düşmediği için sanatkârla sanatı arasında kimseleri alâkadar etmeyen ve sınanması halinde sadece o sanatkârı mânen sorumlu bırakan bir bağ vardı; bu bağ, sanatın kitleler tarafından tüketilebilecek bir metâ haline gelmesiyle bozuldu ve "toplum böyle istiyor" bahanesiyle sanatkârla sanatı arasındaki ilişki üst üste getirilerek şeffaflaştırıldı. Netice feci oldu: Nikâhsız evlilikler bu yüzden neredeyse meziyet gibi görünmeye, iki cins arasındaki serbest münasebetlerde toplumun değer yargıları çiğnenmeye hatta cinsî sapmalar dünyanın en tabii şeyi imiş gibi meşrulaştırılmaya başlandı. "Toplum böyle istiyor" cümlesiyle yüceltilen o kimliksiz kalabalık, sanatkârın sanatıyla şahsiyeti arasında bir tefrikte bulunacak zihni donanımdan mahrum olduğu için bu mantık işleminde aşağılanan tarafı teşkil etmekte ve ipini kendi eliyle çekmektedir bugün. Sululuk, ucuzluk, mütecavizlik, çaçaronluk bu yüzden yükselen değer haline geldi. Erkeklerin kadınsılığı, kadınların iffetsizliği tabiileştirildi. Bütün bir memleket sayısı üç"beş yüzü geçmeyen bir avuç sahte hayatın ve sözde meşhurun üzerine adeselendi.
Hiçbir yazıda "sanatkâr" kelimesine bu kadar eziyet edilmemiştir; farkındayım, yoksa kısaca "sanatçı" mı demeliydim?