Samuel Johnson der ki...
Hamâsî duyguların tavana vurduğu gençlik günlerimizde Karaoğlan Ecevit’in, bilmem kaç küsur sene sonra misak-ı millî haricinde bir vatan toprağını ele geçirmesine hem sevinmiş hem üzülmüştük.
Geçici de olsa ‘Başbuğ’ rolü oynamayı kendisi bile aklından geçirmemişti fakat feleğin cilvesine bakınız ki, başında komando miğferi ile Ecevit, bir günde ülkenin bütün kahvelerine ve otobüslerin arka camlarına asılan posterlerde bir başkumandan olarak göründü. Hoşumuza gitmese de kendisi için hiç de fena olmadı. Kıbrıs fatihi sıfatıyla girdiği 1977 seçimlerinde yüzde 41,7 halk desteği alarak CHP’yi uçurmuştu.
Eğer Davutoğlu 20 Temmuz 1974 sabahı Ecevit’in yerinde olsaydı kim bilir daha neler söylerdi diye tahayyül edip keyifleniyorum. Sinematografik bir fantezi! Hemen belirteyim ki rahmetli Ecevit o sabah çok ölçülü konuşmuş, ucuz kahramanlık şeysilerine pek tevessül etmemişti. Davutoğlu, şu dâsıtânî Şah Fırat operasyonunu açıklarken hamâset ve vatanperverlik edebiyatımızda rahmetli Ömer Nâci ve Hamdullah Subhi’den sonra daha çocuksu ve acemice olmakla birlikte yeni bir çığır açtı.
Ah, masum çocukluk günleri... Nereden hatırlıyorum ben bu basmakalıp ama içi boş kelimeleri? Elli sene öncesi... Kızılırmak İlkokulu kütüphanesinde bir köşeye kapanarak rahmetli Ömer Seyfeddin’in, Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun, M. Turhan Tan’ın, Nizamettin Nazif’in, Nihâl Atsız’ın bir solukta okuyup bitirdiğim dilîrâne eserlerini yeniden hafızlayan o çocuk benim işte... İşte Kür Şad’ın oğlu Urungu, Çin saraylarında çekik gözlü çerilerle elinde yalın kılıcıyla döne döne vuruşurken Tarkan Viking eşkıyalarına kan kusturmakta ve fakat daha sonraları sahneye çıkan Uygur delikanlısı Karaoğlan, düşmana kılıç üşürmek yerine meyhanelerde kafayı çekip hovardalıkla Türk’ün adını bir başka boyutta destanlaştırmakta. Arada bir her mısraı bıçak gibi keskin ama kahramanlığa susamış gönülleri kımız gibi esriten mısrâlar: “Sen de geçebilirsen yardan, anadan, serden/ Senin de destanını okuyalım ezberden” veya “Bu kaynaktan içenin yürekleri tunç olur/ Türk’e kefen biçenin ölümü korkunç olur” Sonra gençlik günlerinde, yurt kantininde komünistlere öfkelenip haykıra haykıra Mehter Marşı okuyarak masaları yumrukladığımız günler: “Orduların pek çok zaman/ vermiştiler dünyaya şan!”
Ah, dünyaya şan vermek o günlerden beri hayâlimizdi, neticesi hep perişanlık oldu. Fikirlerimiz bir iktidara geçse n’oolurdu ki?.. Derken fikirlerimiz bir ara iktidara geldi fakat bize yaramadı: “Dağlar gibi gençler âlemde perişân oldular” velâkin hamâset hep kazandı, hâlâ kazanıyor.
Meselenin ciddiyetle ele alınacak tarafı yok; analize de değmez. Eskiden büyüklerimiz, bu gibi hallerde “Bir kabahattir işledin, bari sesini çıkarma” diye tembih ederlerdi. Basit ve gerekli bir tahliye operasyonundan bir Zaloğlu Rüstem veya Battal Gazi menkıbesi çıkarmak için sağına Genelkurmay başkanını, soluna Milli Savunma bakanını bayrak direği gibi dikip ortaokul seviyesinde milliyetçi nutuklar çekmenin adı ne zamandan beri stratejik derinliktir? İşin aslını bilenler karnını tuta tuta gülüyor!
Üzerimize alınmayalım; sanki Normandiya çıkarmasını planlıyormuş pozlarında harekât masası başında afili fotoğraflar çektirip basına dağıtmak, ardından vatan kurtaran arslan edasıyla bol bol milli birlik ve beraberlik, çiğnetmeyiz, ölürüz ama vermeyiz, milli ve mânevî emanetler, indirmeden bayrağı göndere çektik türünden boş nutuklar çekmenin adresi bizler değiliz; bu mektubun alıcısı, başta muhtevası belirsiz barış müzakerelerinden huysuzlanan AKP’li seçmenle aynı telden tanîn eyleyen MHP’li kitledir. Güzel halkım, uyanık olalım: Siyâsette milliyetçi edebiyatın sesi yükselmeye başlayınca, işler bir yerlerde fena halde sarpa sarmış ve kötüye gidiyor demektir. Böyle kritik zamanlarda kötü siyasetçinin ilk çaresi vatanperverlik edebiyatına sarılmak oluyor çünkü.
Bugünlerde Bahçeli’nin yerinde olmak istemezdim; “Kim daha vatanperver?” yarışmasının tarafı olmak bile bende “istemem eksik olsun” duygusu uyandırıyor. [email protected]