Sahih ve hasen bir rivayetin semantik analizi
Hadise şöyle olmuş: Atatürk, Ressam Çallı'nın dâvetine icâbet ederek deniz motoruyla Anadolu Hisarı'na gitmiş. Hisara çıktıklarında ikindi ezanı okunuyormuş. Ata, "Gelmişken camiyi göreyim" demiş. Tam o esnada müezzin minareden iniyormuş, karşılaşmışlar.
Atatürk'ün ayaküstü imtihanı sevdiğini biliyoruz; hemen müezzine sormuş, "Sen bu caminin nesisin?" O da "Hem müezzini, hem imamıyım" cevabını verince Ata, "Öyleyse tam yerine tesadüf ettik. Söyle bakayım Peygamberimiz Mekke'den Medine'ye ne zaman hicret etti?" demiş, müezzin yanlış cevap verince yanıbaşındaki İstanbul Belediye Reisi Muhittin Üstündağ'a dönüp,
-Nuruosmaniye Camii'nde bir kurs açın, bunlar dinlerini öğrensinler, demiş. Bu hadiseye şahit olan Riyaseticumhur motorunun kaptanı Çakır Bey, hatırladıklarını TRT'de vaktiyle "Atatürk'ten Anılar" belgeselini çeken bir yapımcıya göndermiş, o da buna benzer tarih şahitliklerini kitaplaştırıp yayınlamış.
E, ne alâka diyeceksiniz; alâkası şöyle: Vaktiyle genelkurmayın pek bir muhabbetle akredite ettiği üniformasız paşa kadrolu profesörlerimizden biri, Tek Parti yöneticilerinin vaktiyle câmilere "iyi davranmadığı" yolundaki polemiğe içlendiği için bu hadiseyi örnek göstererek demeye getiriyor ki, "21. yüzyılda bize okul ve üniversite mi lâzım, yoksa câmi mi?"
Tek parti kafasının hızlanıp hızlanıp aniden durakladığı yer, bu mâsum sorunun cevabındadır; yarım-yamalak Pozitivistlerin bundan yaklaşık olarak 100 sene bilim zannetikleri muhâl varsayım şuydu: Din, halkın cehâleti sebebiyle yönetici sınıfın ahaliyi söğüşlemek ve uyutmak için inşâ ettiği bir efsânedir. Eğer eğitime önem verilirse (Eğitim şart azizim; eğitim şart!) câmi, medrese, tekke yerine çağdaş bilimin ışığını saçan okullar açılırsa din, pili tükenmiş cep feneri gibi foslayıverir! Okulla câmiyi birbirinin zıddı düşmanlar gibi gören bu yaklaşım, tek parti zamanında pek revaçtaydı. Ayrıntılarını merak edenler, tarafsız ve sâkin bir yaklaşım örneği okumak için Gotthard Jaeschke'nin, yıllar önce Türkçe'ye de çevrilen "Yeni Türkiye'de İslamlık" adlı araştırmasına şöyle bir göz atabilirler.
Tek particiler, birkaç küçük bürokratik dokunuşla Türkiye'nin toplumsal yapısını "kötüden iyiye" doğru çevirebileceklerine inanan heyecanlı, saf ve elbette bilimden, hassaten sosyolojiden habersiz adamlardı. Kur'an'ın Türkçe tercümesi konusuna aşk ü şevkle eğilmelerinin sebebi, 16. yüzyılda Martin Luther'in İncil'i Latince'den Almanca'ya çevirmesiyle başladığı farzedilen dini reformun bir benzerini Türkiye'de tutuşturmak heyecanıydı. Umuyorlardı ki Kur'an'ın Türkçe meâlini devlet yayınlarsa ahali "Arapkârî Müslümanlık"tan soğur, "Türkkârî" bir Müslümanlığa, yani "Abdest namaz oruç boş işler, sen benim kalbime bak" noktasına döner vesaire vesaire... (Bkz. "Vatan için öleyim ama kitap oku deme abi!")
Neyse, meseleye dönelim ve şahitler silsilesi pek sağlam bir senetle rivayet olunan kıssanın birkaç ayrıntısına pertavsız tutalım: İlk olarak müezzinin tam da o esnada ikindi ezanını hangi dilden okuduğuna dair bir mâlumat görmüyoruz bu "Hasen" rivayette; Türkçe ezan olabilir miydi diye merak ediyoruz sadece... Sâniyen Atatürk'ün, Hicret'in tarihini bilemeyen müezzinin cevabı üzerine İstanbul'un belediye paşasına dönüp niçin "Nuruosmaniye'de kurs açın; bunlar dinlerini öğrensinler" diye talimat buyurduklarını tam olarak anlayamıyoruz; acaba o tarihlerde (Rivayetin tarihi belli değildir. Üstündağ 1928-38 yılları arasında İstanbul'da görev yapmıştı) genel din eğitimi bir tarafa, din adamlarının eğitiminin dahi "Cıss" mertebesinde yasaklandığı sonucunu çıkarabilir miyiz sayın üniformasız bilim paşamız? Sâlisen Ata'nın sözlerini semantik nokta-i nazardan irdelediğimizde, "Bunlar... dinlerini... öğrensinler..." cümlesini hangi rafa koymamız gerektiği meşkûk kalıyor; burada zımnî bir "ötekileştirme" gayreti aransa, bulunabilir mi dersiniz?
Geçenlerde Makedonyalı Türk arkadaşlardan biri, Üsküp'te köprübaşındaki yeni Anayasa Mahkemesi inşaatını göstererek, "Eskiden burda cami vardı, yıktılar" diye sızlanıyordu. Hicâbımdan, "Haline şükret arkadaş, bizim yıktıklarımızın yanında, Balkanlarda Komünist rejimin yıktığı sadaka gibi kalır" diyemedim.
Konuştukça batıyor, vurdukça tozuyorsunuz; bari susunuz yahu!