Sağcılık çıkmazı
Sağcılık çıkmazı şudur: Kendi ülkenizde sağcıların kazanmasını temenni edersiniz; başka ülkelerde ise sağcı olmayanların.
Sağ partilerin göstermelik kabilinden uluslararası çatı örgütleri var da, i’râbda mahalli yok. Sosyalist Enternasyonal’in varlık sebebi güçlüdür ve kendi mantığı içinde mâkuldür. Bütün ülkelerin sol veya sosyalist partileri uluslararası bir çatı örgütü altında bir araya geldiklerinde, evrensel bir hülyânın parçalarını bir araya getirmiş olurlar. Sağcı partilerin evrensel denilebilecek müşterek bir hülyâsı yoktur; onlar sadece kendi ülkelerinde iktidar olmayı dilerler. Şimdilerde olduğu gibi Avrupa’da sağcı, milliyetçi veya yabancı düşmanlığından ekmek yiyen partilerin tırmanmaya başlamasını solcularla birlikte sağcılar da endişeyle izlemeye başlar.
Avrupa’daki Türklerin anavatanlarında sağcı, yaşadıkları ülkede solcu veya liberal partileri desteklemesi, işte bu yüzden çelişki değildir.
Türkiye’de sağın kurucu babaları, bu kelimeye Kur’an’daki “Ashabu-l-meymene”, yani kitapları sağ taraflarından verilenler mânâsını yapıştırarak kurnazca siyasi bir meşrûluk kazandırmışlardı; hâlbuki sağ da sol da siyaset düzleminde Fransız ihtilâlinin icad ettiği kavramlar olarak farklı bir mânâ yüküne sahip. Cemil Meriç’in şu satırlarını okuduktan sonra -20’li yaşlarda- sağ konusundaki zihni rahatlığım büyük bir tereddüde dönüştü: “Sağa türbedarlık düşer; türbedarlık, yani ezeli değerlerin bekçiliği (...) daima çekingen, daima korkak, daima sevimsizdir. Çekingendir, çünkü maziyi temsil eder; maziyi, yani keyfiliği, kanunsuzluğu. Korkaktır, zira kanlı imtiyazların ve karanlık istismarların mirasçısıdır. Sevimsizdir, hangi mezarlığı ürpermeden seyredebiliriz? Avrupa’nın son iki yüzyıllık tarihi, sol’un zaferleri, sağ’ın hezimetleri tarihidir.” Ve nihayet kılıç kesinliğindeki şu hüküm, “Bu kirli ve karanlık kelimenin dünyada bizden başka şefaatçısı, bizden başka elinden tutanı kalmamıştır. (...) Hıristiyan Avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne? Bu maskeli haydutları hafızalarımızdan kovmak ve kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu.”
Sağcılarımız “sağ” tabirini pek öyle gönülden sahiplenmiyor, onun yerine muhafazakâr, gelenekçi, mukaddesatçı, milliyetçi vs. gibi yan tabirlerle vaziyeti gürültüye getirmeyi tercih ediyorlar. İçlerinden pek azı bizdekinin sağcılık filan değil, resmen ve alenen tek parti CHP’sine ve İttihatçı geleneğe tepki olduğunun farkında. Muhafazakârlık, Türk sağı için hayli iddialı bir niteleme olur, çünkü varlığı vehmedilen muhafazakâr bir kitle aslında olmadığı gibi neyi, nasıl, niçin ve hangi tarzda muhafaza edeceği hakkında kanaati de yoktur. Gelenekçiliği de muhafazakârlığın üstüne vurabilirsiniz ve bu kelimenin aile hayatında Batılılar gibi olmamaktan başka karşılığı bulunmaz.
Muhafazakâr demokrasi, “Palto uyduramadık, yelek verelim” kabilinden bir çaresizlik formülü; kendini böyle niteleyenlerin demokrat filan olmadıkları, olmaya da niyetleri görünmediğinden beri, fikir hayatımızda hep görüldüğü üzere bir vaziyeti kurtarma hilesinden başka bir değer taşımıyor. Kendini böyle niteleyenlerin siyasi ufkunda otoriter bir hilâfetten başka bir ‘Kızılelma’ yok!
Milliyetçiliği sona bıraktım; bu kavram evvelemirde “millet” diye bir etnitenin (varlık, mahiyet, nitelik) kabulüne dayanıyor; en kısa tabirle iyi, nitelikli ve türdeş insanların topluluğu ve bu topluluğun benzerlerinden hafif tertip üstünlüğü... Millet kavramı, dimağ ve vicdânımızın lügati hükmündeki Kur’an’a göre dinî aidiyete tekâbül ediyor, Nation’a değil. Belki bu garâbetten dolayıdır ki vaktiyle “milliyetçi-toplumcu” diye bir alaşım üzerinde hayli çalışılmış fakat bir feyzi de görülmemişti. İnsanın kendi türdeşlerine duyduğu tabii yakınlığın siyasi bir mâden gibi işletilmesi, zayiat bilançosunun hâlâ kaleme alınmadığı nice göçüklere, grizu patlamalarına sebep oldu ve sendika ağaları hâlâ işbaşında.
“Ee ne yani, solcu mu olalım” diye köpürmeyelim ve “Hayatta iyi insan olmaktan başka amacım yok” diyen Drogba’nın cümlesi üzerine biraz daha düşünelim. Yani bir haylice...