‘Risk’ ve ‘fırsat’ ikileminde: Ne yapmalı?

Reyhanlı saldırısı, kapsamından çok daha geniş bir tehlikeli gelişmenin sinyallerini veriyor. Birileri, Türkiye’nin tek başına Suriye topraklarına girerek intikamcı bir askerî operasyon başlatmasını bekliyor (Bu arada eli değmişken Esed rejimini alaşağı etmesi de plânın ikramiye faslını teşkil edecek herhalde!). Türkiye’nin Suriye ile cephe savaşına girmesi ise İran ve Şiî cephesi ile göğüsleşmesini, dolayısıyla Rusya’nın meseleye müdahil olmasını doğuracak.

Denklem bu kadar sade değil; İsrail ve devamlı tedarikçisi ABD’nin, Türkiye’yi İran’la kapıştırma hülyâsı da gündeme gelmiş olacak böylece...

Hariciyemiz, Şam rejiminin birkaç hafta içinde devrileceğini hesaplarken belki aceleci davrandı ama kriz başladıktan sonra cephe savaşı boyutuna geçmekte serinkanlılığını koruyarak temkinden kopmadı. Lazkiye açıklarında uçağımızın düşürülmesi, topraklarımıza düşen top mermileri konularında ihtiyatını muhafaza etti. Reyhanlı saldırısının da sıcak bir misillemeye yol açmayacağını öngörebiliriz; öngöremediğimiz şey, belâlı “komşumuz” İsrail’in, bölgedeki krizi istismar ederek hangi deliliklere cür’et edebileceğidir; İsrail’in daimi tedarikçisi sıfatıyla ABD’nin İsrail’in bölge politikalarına iliştirilmiş yaklaşımı da bir başka belirsizlik unsuru.

Şöyle bir garâbetle karşı karşıyayız: Herkes Ortadoğu’da çok devletli bir cephe çatışması henüz ufukta görünmüyormuş gibi konuşurken, böyle bir savaşın kaçınılmazlığını da zımnen kabullenmiş bir edâ içinde. Sanki muhtemel bir kapışmanın psikolojik zemini inşâ edilmekte.

“İslâm Dünyası” diye bir şey var mı?

Bu belirsizlik içinde teessüf edilecek bir noktanın altını çizmek gerekiyor: Bölgedeki gerilimin bütün tarafları (İsrail hariç) İslâm ülkesi, daha doğrusu halkları Müslüman ülkeler ve eğer İslâm ülkelerinin hükûmetleri kendi aralarındaki anlaşmazlık ve husûmetleri kâğıt üzerinde çözebilecek durumdalar. Eğer hakikaten telâffuz edegeldiğimiz gibi bir “İslâm Dünyası” mevcut bulunsaydı, bölge Müslümanları şüphesiz daha az belâ ile karşılaşacaklardı. Ne yazık ki “İslâm Dünyası” diye bir olgu fiilen yok. İslâm hükûmetleri arasında işbirliğini sağlayabilecek idari ve siyasi mekanizmalar bulunmasına rağmen pratikte bir işe yaramıyor. Sadece mezhebî yapılanma değil, kâğıt üzerinde aynı mezhebe bağlı görünen ülkeler arasında da mutabakat nadir görülen bir hâl. Dolayısıyla “Büyük güçler müdahele etmesin, İslâm ülkeleri kendi aralarındaki ihtilâfı çözsün” yaklaşımı iyiniyetli ve hayli sâfiyâne bir yaklaşım olmaktan öteye gidemiyor. Siyasi İslâmcılığın en büyük açmazı budur; kendi yaramızı teşhis ve tedavi etmek rüyası hâlâ çok uzak ihtimâl.

Belirsizlik ürkütüyor

Ortadoğu’da zamanı, çapı ve şiddeti bilinemeyen bir kapışma yaklaşırken Türkiye’nin durumunu kısaca gözden geçirelim: Türkiye, kendi problemini kendi kuvveleriyle çözmek noktasında büyük bir adım attı ve hayli mesafe katetti. Şu anda silahlı iç çatışma yaşamıyor olmamızın büyük hoşnutluğu içindeyiz. İç barışa adım adım yaklaşırken yine Suriye krizinde yaşanan benzer bir belirsizlik içindeyiz. Bir hamle sonrasını görmekte zorlanıyoruz: Türkiye’nin kaç vakit olduğunu bilmediğimiz bir vade sonunda Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’deki Kürt bölgeleri ile bütünleşmiş bir federatif yapı içinde yer alıp almayacağı herkesin konuştuğu ama mahiyetini bilmediği bir konu.

Türkiye bu kritik dönemde ilk sivil anayasasını yapmak (veya yapamamak!) gibi bir gündemin içinde; yeni anayasaya iliştirilmeye çalışılan başkanlık sistemi ile spekülasyonlarda yoğun bir belirsizlik var. Parlamentodan yeni bir anayasa çıkmaması, kamuoyunda büyük hayal kırıklığı uyandıracak. Oysaki gelecek yılın ilk aylarında yapılacak mahalli seçimler ve hemen ardından Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde alınabilecek olumsuz sonuçlar Türkiye’nin on yıldır tadını çıkardığı istikrarı sarsabilir. O beylik ifade ile “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu günlerde” hükümet, ihtiyaç duyulan birlik ve beraberlik için çok sağlam adımlar atmak durumundadır.

Balkon konuşmalarının ruhuna dönüş!

Kriz dönemlerinin aynı zamanda “fırsat” anlamına geldiği doğrudur. Risk ile fırsat arasında en iyi değerlendirme yapmak sorumluluğu hükûmete ait. Benim şahsi düşüncem, Başbakan’ın ve hükûmetinin seçim gecelerinde yaptığı “Balkon konuşmaları”nın muhtevasına uygun bir yaklaşımı tercih etmesidir. En sağlam ve doğru yolun bu olduğu kanaatindeyim.


Kaynak (Arşiv)