Rezil Bir 31 Mart; Berbat Bir Çerkez Ethem Olayı
Not: Aşağıdaki yazı, bundan bir hafta önce yayınlanmak üzere kaleme alınmıştı; ne var ki, iki defa göndermeme rağmen çeşitli teknik sebeplerle yayınlanamadı. Bu yazı, fecî ve mel’un darbe teşebbüsünün ilk demlerindeki tepki ve yorumumu ihtiva ediyor. Beni yıllarca takib eden okuyucularımın bu değerlendirmeyi bilmeye hakları vardı. Yazıyı o sebeple bir hafta sonra yayınlamak istedim. /ATA.
Okuyucularımın çoğu, adam kıtlığında tarih doktorası yaptığımı bilmez. Tezim, II. Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset’ti. Önsözünde, Meşrutiyet patırtılarının Cumhuriyet’in hemen her yılında tekrar eden bir yoğunluk gösterdiğinden sözetmiş ve şaşkınlığımı ifade etmiştim; o şaşkınlığım hâlâ devam ediyor. Özal’lı yıllarda kapıldığım, ‘Bir daha Türkiye aynı yanlışları tekrarlamaz’ safdilliği yerini çok geçmeden acı bir ümitsizliğe bıraktı. Ordusunun kuruluşunu 2225 yıl öncesine tarihleyen ve kadim bir devlet geleneğine sahip olmakla övünen Türkiye, yaklaşık 2.5 milenyum sonra ülkeyi ve halkı koruması için beline silah verdiği silahlı kuvvetlerini sivil otoritenin hükmü altına sokmakta başarısız oldu.
Ömrümün her on yılında bu ‘medenî’ yenilginin farklı görüntülerine şahit olmaktan yoruldum.
DEJAVU!
Yeni ve rezil bir 31 Mart vakası daha yaşadık: 31 Mart vakası, miladi takvimle 13 Nisan 1909’de başladı. Ondan sekiz ay önce 1908 tarihinde Meşrutiyet’in ilânını karakterize eden şey, ordu baskısıyla rejimin değiştirilmesi, sonraki süreçte askerin daima siyaseti yönlendirmeye çalışması ve en sonunda 31 Mart İsyanı’yla Osmanlı Ordusu’na bağlı birliklerin İstanbul’un ortasında birbiriyle vuruşarak kan dökmesiydi. 31 Mart’ın çok sebebi vardır; en öne çıkanı ise ordu ve bürokrasi içindeki ‘tensikat’, yani tasfiye vesilesi oldu. Ne tesâdüf? O bayat klişeyi tekrardan başka çâre yok: “Hiç ibret alınsaydı, tarih tekerrür eder miydi?”
Bayat ve maalesef doğru!
II. MEŞRUTİYETTEN 108 YIL SONRA ORDUNUN HÂLÂ SİYASETTE BELİRLEYİCİ OLMASI ‘MEDENÎ’ BİR YENİLGİDİR
Yeniçerilik rûhu ve irticâ Meşrutiyet’te yeniden hortladı ve ondan sonra hiç ölmedi. Dönemin seçilmiş iktidarı durumundaki İttihatçılar, ilk altı gün ortalıkta görünmediler; Hareket Ordusu duruma hâkim olunca isyanın araladığı kapıdan kolayca içeri girerek duruma hâkim oldular ve bir daha hiç bırakmadılar.
İsyanın 9. yıldönümünde artık devletten eser yoktu. Osmanlı Devleti savaşta mağlup oldu, bölüşüldü ve yıkıldı. Yerine hemen birkaç yıl içinde Cumhuriyet devletini kurabilmemiz ise gerçek bir ilâhi lütûftur.
Sonraki yıllarda Avcı Taburları, Hareket Ordusu, İttihat ve Terakkî ve bittabii irticâ olgularının yeni sürümleri hayatımızdan hiç eksik olmadı. Demokrasimiz, bu güç odakları arasındaki mevzi değiştirmelerin kısa ve acıklı hikâyesidir.
Ordu’nun ‘Peygamber Ocağı’ olduğu yolundaki kabul, modern zamanların efsânesidir; ordu, devletin ağır silah taşıyan en organize örgütü olması bakımından daima politik bir güçtür ve Türk siyaseti de –ne yazık ki- bu gerçeğin etrafında şekillendi.
REJİMİN KORUYUCUSU TA BAŞINDAN BERİ ASKER DEĞİL, HUKUK OLMALIYDI
Ordu’nun devletin ve anayasal düzenin koruyucu olduğu güzel bir temenni olarak hâlâ söylenir. Devleti, ordunun nigehbânlığına, koruyuculuğuna ve himâyesine terketmek, vasatî onar yıllık aralarla fecî arızalara sebep oluyor. Doğru olan, büyük harflerle ‘Hukuk’un velî ve vasî olmasıydı. Meşruiyetini kaybetmiş bir iktidara karşı meselâ 27 Mayıs’ta ordu yerine ‘Hukuk’ etkili olabilseydi bu berbat geleneği tâ başında terketmiş olacaktık: Hukuk kurumu, bilâistisnâ her darbede, haklıların değil galiplerin yanında yer tutarak güvenilirliğini kaybetti; bunu da , bir tarihçi sıfatıyla ‘Medenî’ bir yenilgi olarak değerlendiriyorum. ‘Hukukun üstünlüğü fikri’nin izlerini dinî ve millî tarihimizde arayıp bulmak, saman yığınında iğne aramayı andıran bir ümitsiz çabadır.
Haksızlık etmiyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin batılı demokratik modellerden çok farklı bir tarihi ve sosyal arkaplanı var. Geçmişi güzel niyetlerimize göre yeniden kurgulamak nisbeten kolay görünse de faydası yok. Doğru olan şimdiki ân ve gelecek üzerinde etkili olmaya gayret etmektir.
YENİ BİR ÇERKEZ ETHEM VAKASI; BU KADARI FAZLA!
Tarih okumak mutsuzluk veriyor çünkü insanlığın ortak tecrübesinden hareketle demokratik ve adil bir nizam kurmak yerine güce perestiş etmek, bozuk plâk gibi eski eski nâhoşlukların tekrarına vesile oluyor.
Bazı subayların, hesapları tutmayınca helikopterle Yunanistan’a ilticâ etmeleri, 1921’de Çerkez Ethem’in cephede Yunan ordusu’na sığınmasını andıran berbât bir hatırayı canlandırmıyor mu? Aldıkları emir gereği darbeci safına düşen askerlerin köprü ortasında, şurada-burada iç çamaşırına kadar soyulup dövülmeleri, linç edilmeleri de rezil bir 31 Mart hâtırasıdır. İstanbul’da 6 gün boyunca isyancı askerler, ‘Mektepli zabit’ kovalamış, buldukları yerde de öldürmüşlerdi. Sair zamanda askeri bir düğmenin hesabı bile sorulurken herşeyden habersiz çocukların sokak ortasında hakarete uğraması, hangi görüşten olursa olsun Orduyu önemseyen çevrelerin yeniden düşünmeleri gereken bir konudur.