Resmi ideolojimiz, dünya tarihini döver (mi acaba?)

Kendisini her mânâda "ilerici" diye takdim eden bir zümrenin, hâlâ XX. yüzyılın ilk çeyreğine dair bir siyaset lügati ile konuşmalarının ne kadar komik kaçtığını bile fark edemiyoruz. Franco adını duymuş olsanız gerektir; İspanya"nın efsanevi diktatörü General Franco; ama onun otuz altı yıl boyunca İspanya"yı nasıl yönettiği, iktidara nasıl geldiği hakkında bildiklerimiz çoğu kere "genel kültür" seviyesini bile aşamayacaktır. İspanya nire, Türkiye nire" bahanesiyle bilgisizliğimize kılıf aramamalıyız. Eğitim tarzımız, sıradan bir Türk"ün dünya ahvali hakkında etraflı malumat edinmesine kafi gelmiyor.

Biz İspanya"dan nasıl bîhabersek, komşumuz Bulgaristan"ın XX. yüzyılda hangi olayları yaşadığından da bîhaberiz. Ya İran? Genç nesil arasında Rıza Pehlevi ismini bilen az çıkar; 1979"da kopan İslâmi devrim fırtınasını hatırlayanlar vardır fakat yüzyıl başlarında İran"da bir Meşrutiyet İnkılabı yaşandığını ve bizim Meşrutiyet inkılabıyla benzerlik ve farklarını kim bilir? Irak"ta Saddam, Suriye"de Esad öncesini ana başlıklarıyla olsun bir sayfalık kompozisyon halinde kim bir araya getirebilir? Peki Yunanistan, Arnavutluk, Yugoslavya?..

Listeyi uzatmakta mânâ yok. En evvel kendi nefsimden biliyorum ki biz Türkler, "dünya bilgisi" bakımından hiç de iftihar edilecek bir seviye arz etmiyoruz; "dünya bilgisi"dir ki "dünya görgüsü" denilen birikimi de inşâ edecektir. XXI. yüzyılın ilk dört senesini daha şimdiden tüketmiş olmamıza rağmen içimize kapanıklık hususunda bir önceki yüzyıldan pek de ileride sayılmayız. Halbuki iletişim ve haberleşme araçları baş döndürücü bir gelişme kaydetti; her nevi bilgi ve haberi pek ucuz fiyata ve çok hızlı şekilde edinmenin mümkün olduğu bir devirde "içe kapanıklık" iddiası mübalağa gibi görünebilir. Hayır, mübalağa yok, zira bilgi, evvela talep edildiğinde ve nihayet kullanıldığında varolan bir şeydir. Biz son on yılda "bilgi toplumu" gibi modern efsaneleri pek sevdik ama bilgi toplumu olmaktan anladığımız şey, internet ağında bir web sitesi açmaktan veya bir kısım resmi işlemleri dijital teknolojiye tatbik etmekten ibaret kaldı.

Bilginin ilk ve en mühim adımı meraktır; dünya bilgisi kıtlığından bahsederken aslında tam olarak dünya ahvali konusundaki meraksızlığımızdan bahsetmek istiyorum; televizyon seyrediyor olmak bizi "bilgi" değil, ancak ve ancak "paketlenmiş kanaatler" sahibi yapabiliyor. Oysa ki kanaat, bilgiye muhtaçtır. Bilgisiz kanaat sahibi olmak adeta yükselen değer oldu. Kendisine mikrofon uzatılan hemen herkes, bilgi sahibi olup olmadığına aldırış etmeksizin o konuda da bir kanaat sahibi olduğunu ispatlamak için konuşmaya başlıyor.

Sadece "sokaktaki adam" mı?

Çıkarın kağıtları; imtihan var!

İçine kapanık bir toplum olduğumuz iddiasını tekrarlıyorum; içine kapanık olmak, birkaç adım sonra "biz bize benzeriz" türünden budalalıklar veya kendi kendine hayran olmak gibi vahim psikolojik saplantılar üretiyor. Biz bize benzeriz hükmünü vermek için en azından bizim gibi olmayanların ahvali ve tarihi hakkında mukayese yapabilecek ölçüde bilgi sahibi olmamız gerekmez miydi? Bırakalım sokaktaki adamı; politikacılarımızı, bilim adamlarımızı, hatta diplomatlarımızı şöyle sıkı bir imtihandan geçirsek bize meselâ, İtalyan toplumunun 1923-1943 yılları arasında tam yirmi sene Benito Mussolini gibi komik bir diktatörün hükmü altında yaşamaya ve onun programlarını desteklemeye nasıl rıza gösterdiğini izah edebilecekler midir? Aynı soru Almanya ve Adolf Hitler için de geçerli! Bugün Avrupa Birliği"nin en demokrat ülkeleri arasında hâkim rolünü oynayan ve aday ülkelere Kopenhag kriterleri adı altında demokrasinin olmazsa olmaz şartlarını dikte eden ülkelerin, yakın geçmişlerinde diktatörlükle yönetildiklerini bilmek çok şaşırtıcı: Sadece İtalya ve Almanya değil, İspanya, Portekiz, Fransa, Yunanistan da diktayla idare edilmişti; genişleme kapsamındaki aday ülkelere gelince onların da yakın tarihi pek farklı sayılmaz. O Avrupa ki, bize coğrafi itibarla en yakın, en yakından bildiğimiz, tarih boyunca en çok temasta bulunduğumuz bir bütünlüktür; Avrupa ahvali hakkında dahi üç beş malumat kırıntısı ötesinde esaslı bir kanaate medar olabilecek bilgiye sahip olmayışımız, neticede bizi kendimize hayranlık noktasına sürüklüyor. Ne var ki bilgi kullanmaya ve bilgiyi talep etmeye alışkın olmayan tabiatımızın cezasını "bize dair ahval"de çekmekteyiz; dünya ahvalinden haberdar olmamaklığımız, neticede kendi tarihimiz ve kendi ahvalimiz hakkında yoğun bilgi sahibi olmamıza yol açmıyor; tam aksine bize dair işlerde de "derin bilgi" yerine üstünkörü medyatik kanaatlerle geçiştirip gitmekteyiz.

"Lise" meselesine yeniden eğilmeliyiz

Misâl verelim; Türkiye"de "Kürt meselesi" diye bir realite vardır; bu meselenin tarihi geçmişi, ayrıntıları, milletlerarası bağlantıları ve meselenin şimdiki ahvali hakkında bildiklerimiz, vasati itibarla sığ ve yetersizdir; kezâ Osmanlı geçmişimiz hakkındaki kanaatlerimiz, en iyimser tahminle can sıkıcı ve tekdüze lise seviyesi malumatını geçmez. Liselerin nice yıldan beridir, devlet tarafından bedavaya işletilen üç yıllık üniversiteye hazırlık kursları gibi değerlendirilmesinin ceremesini ağır ödüyoruz. Genç nesillere genel kültür bilgisinin kazandırıldığı yer dünyanın her yerinde liselerdir. Bizim liselerimiz son otuz seneden beri bırakınız edebiyat zevkini, gramer malumatından ve lisan inceliklerinden habersiz, okuma alışkanlığı kazanmamış mezunlar veriyor. Kaldı ki liselerde verilen eğitimin yetersizliği âşikârdır; aksi halde bütün Türkiye çapında üniversiteye hazırlık kursları adı altında muazzam bir sektör meydana gelmezdi. O yüzdendir ki üniversite eğitimi esnasında bu çocuklara yeniden Türkçe, İnkılap Tarihi gibi lise sıralarında kazandırılması gereken altyapı bilgilerinin hatırlatılmasına -güyâ- dikkat edilmektedir; ne var ki bunun ne derece faydalı ve anlamlı bir gayret olduğu artık tartışılmıyor bile.

Çağdaşlık bir bilgi meselesidir

Kısaca biz Türkler, dünya vizyonundan mahrum bir topluluk haline geldik. Bırakınız dünya ahvalini, kendi ahvalimizi bile merak etmekten mahrumuz. Gazete, kitap, dergi okumuyoruz, televizyon seyrediyoruz; tembelliğimiz o raddelere vardı ki televizyonlarda haftada bir icra edilen ve "atı arpayla dövüştürmek"ten başka bir anlam taşımadığı halde seyirci toplamak uğruna tekrarlanan tartışma programlarını seyredenler bile, kendilerini eni konu okur-yazar, hatta entelektüel görmeye başladılar. Diğer taraftan çağdaşlık denilen kavram, resmi ideolojiye dair bir amentü unsuru olduğu için dillerden düşürülmüyor ve dışardan teknoloji ithal etmeyi "çağdaş uygarlık düzeyi"ne vasıl olmak için yeterli zannediyoruz; çağdaşlığın bir bilgi birikimi ve onun tasarrufuyla ilgili bir kavram olduğunu henüz fark edemedik. Kendisini her mânâda "ilerici" diye takdim eden bir zümrenin, hâlâ XX. yüzyılın ilk çeyreğine dair bir siyaset lügati ile konuşmalarının ne kadar komik kaçtığını bile fark edemiyoruz.

Ve kışkırtıcı bir kitap: Diktatörler yüzyılı!

Beni bu derece karamsarlığa iten en yeni sebep, daha önce bu sütunlarda kısaca tanıttığım "Diktatörler Yüzyılı" isimli kitap oldu; Arthur Conte tarafından yazılan ve Ergun Göze tarafından tercüme edilen bu kitabı (Boğaziçi yayınları, İst., 2002, 460 s.) okurken, zaman zaman kendi cahilliğimden utandığımı itiraf etmeliyim. Diktatörler Yüzyılı, çok çekici konulara işaret etmesine ilaveten XX. yüzyıl hakkında mükemmel bir siyasi tarih çalışması olarak da okunabilir; eğer kitabı edinebilirseniz, tamamını okuyup bitirdiğinizde Yirminci yüzyılın pek bilinmeyen çehresini fark edip şaşıracak ve işin en güzel tarafı yeni bir bilgi açlığı (merak) ile başka kaynaklara yöneleceksiniz.


Kaynak (Arşiv)